Her şeyde, insanında, sokaklarında, kıyafetlerinde, binalarında,
kültürlerinde, kişiliklerinde renklilik var. ...
Uçağa atlayıp tekrar gidesim var. Hem de hemen. O kadar
güzel. O kadar renkli, o kadar yeşil. Bayıldım, aşık oldum. Benim için dünyada
tekrar tekrar gidebileceğim birkaç tane şehir vardır, onların baş sırasına
yerleşti diyebilir. Üstüne üstlük içimde Güney Afrika’nın kıyısını köşesini
dolaşayım, diğer Afrika ülkelerini de gezeyim isteği uyandırdı.
Benim coğrafya bilgim çok fenadır, bir ülkenin coğrafyasını,
tarihini o ülkeye gittiğimde, o ülkenin kıyısını köşesin gezerken öğrenirim.
İtiraf etmem gerekiyor Afrika genel olarak hiç ilgi alanıma girmedi. Bir gün
mutlaka yapmak istediğim seyahatlerin arasında olamadı. Güney Afrika hakkında
herkesin bildiği birkaç genel bilgi dışında hiç bilgim olmadı.
Ta ki geçen sene yaptığım Molivos ( Midilli ) seyahatim sırasında dört Güney Afrikalı ile
tanışana kadar. Çok iyi arkadaş olduk. İstanbul’a birkaç defa geldiler bende
kaldılar. Ve ben sürekli Capetown’u dinledim onlardan. Anlattıkları ruhuma
işledi. İçimden bir ses git hadi git diye vıkvıklanmaya başladı. Ve ilk
fırsatta gittim, yani neredeyse onlarla tanışmamdan bir sene sonra.
Bugüne kadar yaptığım en güzel seyahatlerden biri oldu
Capetown seyahatim... Seyahatte her şey rast gitti. Yaklaşık iki haftalığına
gittim ve arkadaşlarımın evinde kaldım. Ev şahane, çok merkezi bir yerde
yeşilliklerin içinde; nefis bir balkonu, küçük bahçesi var. İki hafta
birilerinin evinde kalmaya gittiğinizde, bu misafir olmak için de ağırlamak
için de uzun bir süre. O yüzden evin bir ferdi olarak gitmeye karar verdim.
Akşamları çoğunlukla evde yemek dedik. Evdeki yemek dedikleri ise değme şeflere
taş çıkartacak yemekler oldu, meğer arkadaşlarımdan biri şeflik eğitimi
almış... Kendime “Turkish dishwasher” adını taktım onlar aşçı ben bulaşıkçı
şeklide düzenimizi oluşturduk. Evde odam
var banyom var, bahçem var daha ne olsun. Üstüne üstlük de seyahat alışkanlığım
kendi başıma eğlenme ve gezebilme alışkanlığım var... Haa bir de arkadaşlarım
şahane. Ben onları burada gezdirip ne kadar arka sokak abidik gubidik yere
götürdüğümden – Mahmutpaşa’nın arka sokakları gibi – bana sen geldiğinde biz de
seni, bizi gezdirdiğin gibi gezdireceğiz demişlerdi. Anlayacağınız emin
ellerdeydim...
Öncelikle biraz Capetown’un doğasından bahsetmeliyim.
Gördüğüm en yeşil şehirlerden biri. Belki de büyük şehir mantığında en yeşili.
Her taraf orman. Bazı bölgeler için
orman içinde evler demek daha doğru. Ben bu görüntülere Avrupa’da küçük
şehirlerde ve kasabalarda alışığım ama böyle büyük şehir görmedim. Büyük bina
şehrin merkezinin haricinde neredeyse hiç yok. Üç dört katlı binalara
rastlayınca şaşırıyordum aaa bu burada ne arıyor diye, o kadar yani. Her taraf
bahçeli tek kat ya da iki katlı evler. Ve alabildiğince yeşillik. Şehir dışarı
doğru genişledikçe de görüntü değişmiyor.
Şehir Masa dağının eteklerine
kurulmuş durumda. Şehir dağın etrafında çepeçevre dönüyor. Ve tabii ki her
tarafı deniz. Atlantik okyanusu.
Dağın şehirle ve denizle bütünleşmiş hali
muhteşem. Şahane kumsallar ve plajlar var.
Bu kadar ormanı olan bir şehrin tabii ki botanik bahçesi, kuş cenneti,
var. Bu da yetmezmiş arabayla bir saat mesafede Cape Point var. Atlantik
Okyanusuyla Hint Okyanusunun buluşma noktaları. Tabii ki, fok var, balina var,
penguen var. Doğal parklar var. Var da var. Bir de şarabı ve bağları var.
Sadece Capetown’un etrafında 200’den fazla üzüm bağı ve irili ufaklı şarap
imalathaneleri var. Şehir dışına çıkmaya kalkarsanız yaklaşık 1000 km
uzunluğunda Garden Route diye bir yol var ki ( ben 350 km’sini gittim ) tam bir
görsel şölen.
Tüm bunların dışında şehrin kendi içi başka alem. Şarabı
bol, dağı denizi, tarihi olan yemyeşil bir şehre etnik tat katın. Şahane bir
marina ekleyin. Bir de üstüne yeni dizaynlar yaratımlar. İnsanı da çok şeker
daha ne olsun.
Gelelim neler yaptığıma ve gördüğüm yerlerin detaylarına.
Öncelikle birazcık
genel bilgi...
Cape Town Güney Afrika Cumhuriyeti'nin üçüncü büyük şehri. Nüfusu yaklaşık 3.500.000. Yerli kültürünün yanında İngiliz Ve Hollanda kültürü ile harmanlanmış. Yani baktığınız her yerde birbirine girmiş şekilde bu üçünün izlerini görmek mümkün.
1400’lü yılların sonunda Portekizlilerin bu bölgeyi yiyecek değiş tokuşu yaptıkları ve mola verdikleri bir liman olarak kullandıkları biliniyor. Ancak bu bölgeye yerleşmemişler. Bölgedeki ilk Avrupalı yerleşim 1652 yılında Jan Van Riebeeck’in- Hollandalıların - gelmesiyle oluşmuş ve Castle of Good Hope’u kurmuşlar. Hollandalılar geldiğinde bu bölgede yaşamakta olan yerli halk Khoikhoiler... Hollandalılar bu bölgede kendi işlerini yaptırabilecekleri gerekli nitelikte işgücü bulamayınca Endonezya ve Madagaskar’dan köle getirmişler. Bu köleler Bu bölgedeki bilinen “coloured communty’lerin” atası olmuşlar. ( Yerli halkın içinde siyah ve renkli diye bir ayrım var. Kanunlarının bir kısmı bile bu ayrımın üzerine kuruluymuş. ) Napolyon döneminde Hollandalıların güçlerini kaybetmesiyle beraber bölge İngilizlerin eline geçmiş.
Apartheid: Afrika dilinde "ayrılık" anlamına gelmekte. Uzun yıllar boyunca siyahlara ve renklilere uygulanan ayrımcılık 1948 yılında Ulusal Parti’nin başa gelmesi ile resmi boyut kazanmış. Apartheid sistemi, insanların derilerinin renklerine göre sınıflandırılmaları sonucu, beyaz azınlık dışında kalanların vatandaşlık hizmetlerinden daha az yararlanmaları, devletin sağladığı sağlık hizmetleri, eğitim gibi servislerden daha az yararlanmaları gibi ırkçılıklara zemin olmuş. Güney Afrika'da Apartheid'a karşı Anti-Apartheid hareketi oluşturulmuş, Nelson Mandela iktidarıyla ırkçı-ayrımcı uygulamalar durdurulunca Apartheid'ın ortadan kalkmasıyla bu hareket de son bulmuş.
CAPETOWN’U
GEZMEK
Red bus: Çift katlı kırmızı
turist otobüsleri. Ben gittiğim her ülkede birkaç saatliğine de olsa bu
araçlarla küçük bir tur yapıp şehri anlayıp, sonra da seçerek gezmeyi severim.
Capetown’ da da öyle olacağını zannettim. Ama buradaki otobüsler farklı.
Toplamda 70 liraya iki gün boyunca sekiz farklı tur yapabiliyorsun. İster indi
bindi yaparak müzeleri gezerek dolaş, istersen de otobüsün tepesinde
kulaklıklardan gelen bilgileri dinleyerek tur yap. Bu sekiz turun içinde şehir
turu, gün batımı turu, tekne turu, tarihi bölge turu, şehrin etrafında geniş
bir tur atan ve botanik bahçesini kuş cennetini ve township denen şehrin
dışında daha fakir yerleşim bölgelerini de içinde kapsayan turlar hepsi buna
dahil. Bir de bir ücret ödemenizin gerekmediği sadece bahşişle çalışan “Free
Walking Tour’lar “ var.
Bu arada Masa
dağına da gitmenin en kolay yolu bu otobüsler. İki gün boyunca sabahtan akşama
otobüs tepesindeydim. İndiğimde başım dönüyordu demek yanlış olmaz. Esra'lığımı
da yaptım tabii. Bu kırmızı otobüslerin kendi durakları var. Bir tanesinin yolu
da benim kaldığım evin oradan geçiyor. Ama durakları uzak. Daha eve gidiş
yolunu da tam olarak belirleyememiştim. Çift katlı otobüsün şoförüne rica edip
haritayı gösterip beni kaldığım evin sokağın köşesinde bırakmasını sağladım .
Bu konu oradaki arkadaşlarım arasında ciddi bir eğlence konusu oldu çünkü
galiba bunu yapan ilk kişiyim.
Ulaşım: Capetown'da ulaşım
eğer taksi kullanmaya niyetiniz çok yoksa birazcık konu olabiliyor. Özellikle
şehir dışındaki belli bölgeleri kendi başınıza gezmeye niyetiniz varsa. Ya tur
almak zorunda kalıyorsunuz ya da araba kiralamak veya arabalı birini bulmak.
Tabii ki Uber gibi ya da özel shuttle servisler gibi ayrıca ayarlayabileceğiniz
servisler var. Ben tek başıma olduğumda otobüse binmeyi seviyorum. Bu şekilde
şehri daha iyi anlayabiliyorum kıyısını köşesini gezebiliyorum. Sistemini
anlamam biraz vaktimi aldı ama yaptım. Ama mesela Stellenbosch gibi bir bölgeye
gidebilmek için otobüs yok. İnanılmaz turistik bir yer, sadece yarım saat
uzaklıkta. Tren var oraya giden ama herkesten duyduğum aman tek başına o trene
binme. Bu yüzden çift katlı otobüslerin faydası var. En azından otobüsle kolay
ulaşamayacağınız birkaç bölgeye çift katlı otobüsler ile gidilebiliyor. Mesela
Kirstenbosch botanik bahçesi...
Alışveriş ve fiyatlar: Capetown’un
fiyatları bizlere göre çok daha ucuz. Hem yemek hem içki hem de ev alışverişi
açısından. Hediyelik eşya ise bir çılgınlık. İnsanın gözü dönüyor. Her şey
yeni. Onu da alayım bunu da alayım moduna giriyorsunuz. Baştan çıkmak an
meselesi. O yüzden alışverişte kendini
tutmak ve tüm Capetown'u yüklenmeden gelmek bayağı irade
gerektiriyor. Yine de siz yanınızda boş bir valiz bulundurun...
Bir taraftan modern tasarım ürünler, bir taraftan etnik yerli halkın
yaptığı el ürünleri... Bir taraftan da bu el ürünlerin modern versiyonları.
Merkezdeki hediyelik eşya dükkânlarının dışında Greenmarket diye bir pazar var.
Bu pazar köle ticaretinin yapıldığı günlerden bugüne gelmiş. Her nevi etnik
ürün bulmak mümkün. Boncuktan takılar, heykeller, kaplar ve boncuktan hayvan
figürleri çok var. Onun dışında telefon tellerinden kaplar, etnik kumaşlar,
tinka tinka denen tablolar... Camdan eşyalar, el boyama kumaşlar, kıyafetler.
Bana her zaman korkunç gelmiş tahta heykeller, büyücü maskeleri.
Bu ürünlerin modern versiyonlarını V&A Waterfront’taki Watreshed adlı
yerli dizaynırların ürünlerinin satıldığı stantlarının bulunduğu pasaj
şeklindeki alandan da alabilirisiniz.
Şarap: Güney Afrika dünyanın yedinci şarap üreticisi. Şarapları hem nefis
hem de çok ucuz. Marketten aldığınız ucuz şarap bile inanılmaz kaliteli
çıkıyor.
Biltong ve Droewors: Kurutulmuş et. Çok lezzetli bir atıştırmalık. Ben bir
kilo etle döndüm buraya.
Fynbos’ tan yapılan ürünler: Fynbos oraya ait bitki yapısı, bir çeşit
çalılık. Bundan kremler sabunlar cilt bakım ürünleri yapıyorlar.
Rooibos: Güney Afrika’ya özel bir çeşit bitki çayı.
YEMEKLER:
Bizim evde gerçek bir şef olduğundan ben dışarıda pek yemek yemedim.
Neredeyse her kültüre ait restoran var. Arkadaşlarım bir akşam beni heyecanla
Anatoli adlı Türk restoranına götürdüler. Başka bir akşam Meksika yemekleri
yedik. Long Street gece hayatının ve barların merkezi.
Barbekü, geleneksel yemek kültürlerinin bir parçası. Braaibroodjies
- barbeküde yapılan peynirli soğanlı tost. Değişik çeşitleri yapılıyor. Her
barbekü ziyafetinin olmazsa olmazı.
Bobotie: Malay yemeği. Kıymayı reçel üzüm ve süte batırılmış ekmekle
karıştırdıkları bir yemek. Chutney ile yiyorlar. Bana evde özel olarak
pişirdiler.
Snook: Lokal bir balık. Mutlaka
tadın.
DİL: Konuşulan dil
Afrikaans ve İngilizce. Yanınızda Afrikaans konuşulduğunda duyduğunuz dil
Hollandaca gibi duyuluyor ancak kelimelere baktığınızda çoğunun kökeninin
İngilizce olduğunu görüyorsunuz. Bir de herkes ama herkes İngilizce konuşuyor.
Yani sokaktaki dilenci de dükkândaki tezgâhtar da. Bu benim için müthiş. En
ufak bir anlaşılamama, konuşamama sıkıntısı çekmedim. (Güney Afrika'da toplam
11ayrı dil varmış. İngilizce bütün bu grupların kendi aralarında
konuşabilmeleri için ortak dil.)
GEZELİM
GÖRELİM
Castle of Good Hope: Güney Afrika’nın en
eski yaşayan binası. Yapımı 1979yılında tamamlanmış.
Kirstenbosch Botanical
Gardens: Güney Afrika’nın her bölgesinden gelen bitkileri burada bulmak mümkün.
Özellikle ‘fynbos’ ve ‘proteas’ başka hiçbir bölgede karşınıza çıkmayacak bitki
örtüsü. Bahçenin bir tarafında ağaçların üzerinden giden bir köprü yapmışlar.
Başlı başına bir deneyim. Manzara nefis. Köprü yılan gibi kıvrılıyor. Her
adımda hafif sallanıyor.
Robben Island: Apartheid döneminde
politik tutukluların hapsedildiği yer. Nelson Mandela da bu adada tutuklu
kalmış
Parlamento Binası: Bu turda Güney
Afrika’nın yakın dönem politik tarihini öğrenmek mümkün.
Rhodes Memorial: Cecil John Rhodes
adına yapılmış. Devil’s Peak’in eteklerinde yer alıyor.
Two Oceans Aquarium: V&A Waterfront’ta bulunan bu akvaryumda
değişik balık çeşitlerinin penguenlerin yanı sıra köpek balıklarının
beslenmelerini seyretmek de mümkün.
Victoria and Alfred
Waterfront: Masa Dağının eteklerinde limanda büyük bir alışveriş ve eğlence merkezi.
Tekne turları da buradan kalkıyor.
District Six Museum: District Six 1960’lı
yıllarda sadece beyazlara ait bölge yaratılmak için boşaltılan bir bölge.
Binalar boşaltılmış ve buldozerle yerle bir edilmiş. Yaklaşık 60.000 kişi
evlerinden çıkartılmış. Şu anda alan boş duruyor. Güney Afrika tarihine dair
çok sayıda objenin sergilendiği bu müze gerçek bir tarih dersi niteliğinde.
South African Jewish
Museum: Bu müzede bütün Yahudi adetlerinin
yanı sıra Apartheid sırasında Yahudilerin Nelson Mandela’ya verdikleri desteğin
videolarını görmek de mümkün.
South African National
Gallery: Güney Afrika sanatına ait geniş bir koleksiyonu görmenin yanı sıra
Apartheid döneminde uygulanan sansürlerle ilgili bilgi almak da mümkün.
Company Gardens: 1652 yılında sebze
bahçesi olarak kurulmuş. Bugün tam şehrin merkezinde, biraz botanik bahçesi
havasında kocaman bir park. İçinde çok şeker bir kafe var.
Dipnot: Capetown seyahati bu kadar uzun bir seyahat olunca, bir de üstüne üstlük
bu seyahati dolu dolu yaşayıp 1000den fazla fotoğrafla dönünce bu yazı mecburen
üçe bölündüJ.
Yeniden yasattin bize o gunler esra. Kalemine saglik.
YanıtlaSilYeniden yasattin bize o gunler esra. Kalemine saglik.
YanıtlaSil