16 Ocak 2016 Cumartesi

CAPETOWN ... RENK.... RENKLİLİK... --2--


Dünyada birkaç tane şehir vardır ki tekrar tekrar sıkılmadan o şehirlere gidebilirim. Genelde de ortak özellikler taşırlar. Havası, insanı, denizi, plajı, doğası... Mesela Barcelona ya da Sydney. 


 



 


Sydney benim âşık olduğum şehirlerden biridir. Capetown'un da benzer bir havası var. Sydney'in daha küçük ve daha az kendini kasan versiyonu denebilir. En büyük fark Avustralya'da aborijinlerle neredeyse hiç karşılaşmazken Güney Afrika’da beyazların nüfusu toplam nüfusun yüzde onundan az.  İki şehirde çok yeşil, deniz var,  plajlar var, doğal güzellik var, şarap var, çiçek var. Ortamları birbirine çok benzer. Barbekü alışkanlıkları bile aynı. İki tarafında neredeyse milli yemeği.

 


Capetown çok renkli bir şehir, o yüzden mahallerinden bahsetmeden geçmek olmaz. Özellikle de Bo-Kaap’tan.


MAHALLELERİ


Bo-Kaap:   Güney Doğu Asya’dan gelen Müslüman esirlerin soyundan gelenlerin kurduğu, Müslüman mahallesi. Malay Quarter... Rengârenk binalar.

Renkli bir şeyler gördüğümde makinaya yapışanlardan olduğumdan fotoğraf çekmekten rehberi dinleyemedim bile. 
  

  


 


 


Tüm modern şehirlerde de olduğu gibi artık o bölgede hem şehrin içinde kaldığından hem de popüler olduğundan binalar el değiştirmeye  başlamış.  Bu da bölgenin yerli halkının arasında sıkıntı yaratıyormuş.


 


 


 


 


Woodstock:  Şehrin merkezine çok yakın bir semt. Eskiden fabrikaların olduğu endüstriyel bir bölge imiş. Şimdi ise binalar tamamen yüz değiştiriyor. Fabrikalar renove edilerek içlerine tasarım dükkânları, sanat galerileri yerleşiyor. Woodstock exchange eskiden borsa binasıymış şimdi ise hipsterların dükkânlarının olduğu bir bina olmuş. 



 


 


Old Biscuit Mill: Woodstock'ta eski bir fabrika. Şimdi tamamen yenilenmiş, yüz değiştirmiş. Cumartesi günleri içinde kocaman bir pazar kuruluyor, onun dışımda çok şeker dükkânlar var. Envai çeşit Güney Afrika şarabı bulunduran kocaman bir şarap dükkânı var,  kafeler var, tasarım dükkânları var. Şahane bir çikolatacı var. Bir de " Test Kitchen” " bir restoran var ki kaç yıldır sürekli Güney Afrika’nın en iyi restoranı seçiliyormuş. Bu yüzden de aylar öncesinden rezervasyon yapmak gerekiyormuş. ( Tam ben oradayken bu sene tekrar seçildiklerinin haberini almışlardı ve kutlama yapıyorlardı. )



 


Bunun dışında Biscuit Mill’in tam karşısında Salt adlı bir pasaj var içinde yine benzer tipte dükkânların bulunduğu. Bir de Türk marketi. Beni oraya arkadaşım götürdü ellerinde nelerin bulunduğunu görmek ilginçti. Mesela nar ekşisi. Oradaki arkadaşlarımın arasında çok popüler. (Aslında buradaki yabancı arkadaşlarım arasında da çok popüler ) ve oradaki markette bulduk. Taşıma derdi bitti. 

 



Bu binaların dışında bölgede bu tip çok pasaj ve dükkân var, ancak orası halen gelişen bir bölge ve arkadaşlarım tarafından tek başıma belli bir alanın dışına çıkmamam o kadar tembihlendi k,i bu kadarını görmekle yetindim.

De Waterkant: Çok renkli bir mahalle. 18. yüzyıldan kalan teras evleri, şirin kafeleri, şık restoranları, tasarımcı butikleri, dağa kadar çıkan taş caddeleri ile ziyaret etmeye değer bir bölge.Ayrıca burada da rengarenk sokaklar var.


 


 


Diğer semtler: Şehrin kuzeyi hariç her bölgesini gezdim. Her biri de apayrı bir şehir havasında. Doğu tarafındaki mahalleler çok şık. Ormanların ya da ağaçların arasında kaybolmuş mansiyonları görmüyorsunuz bile. Bu bölgedeki semtlerden ikisi Costantia ve Chelsea. Evler ağaçların arasında gizlenmiş. Malikâneler var. Ortalıktaki evlerde İngiltere'nin küçük bir kasabasına gelmişsiniz havası var. Yağmuru bile aynı. Bu bölgede yüzde doksan yağmur yağarmış. Gerçekten de arabayla oradan geçerken yağmur başladı birkaç km sonra günlük güneşlik. 


 


 


 

Batı bölgesine gelince aklımda kalanlar ille de rüzgâr, dalgalar, surf, kitesurfing. Vahşi doğa. Ama nasıl olur daha beş dakika evvel sakin bir ortamın içindeydik. Bu tarafa doğru şehir yeni genişlemeye başlamış, o kadar rüzgârlı ki evler uçacak gibi duruyor.  Kumsalı kilometrelerce uzunlukta. Ben kumsalda yürümeye bayılırım ama o rüzgârla epey zorladı beni. Bir de oraya doğru giderken iki tane küçücük göletin önünden geçtik ve içinde flamingolar vardı. Ağzım açık kaldı.


DOĞASI


Table mountain / Masa dağı... Gerçekten masa gibi. Ben hayatımda böyle şey görmedim. Sanki başka bir dünya, başka bir deneyim. Dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul ediliyor.


 


 


Dağın tepesi gerçekten düz. Tamam, ufak tefek kayalar var yani zımparalı gibi değil ama o kayaların üstünde yollar yapmışlar ve dümdüz yürüyebiliyorsun. Bir ucundan diğer ucuna yürüyüp – mesafe yaklaşık 3 kilometre- bütün şehri çepeçevre görmek mümkün. 

 


 


Platonun sağ tarafında Devil's Peak ( Şeytan tepesi ) sol tarafında ise Lion's Head ( Aslan Kafası ) var. Signal Hill ile beraber görüntü tamamlanıyor. ( Bunlar Masa dağının etrafındaki tepelerin adları.) Dağın Atlantik Okyanusu tarafındaki bölgeye “12 Apostles- On İki Havariler “ adı verilmiş. 
 

 



Masa dağının üzeri genel olarak bulutlarla kapalı olduğundan bu bulutlara “Masa Örtüsü”  adı takılmış.


 


 

  
 


Dağın en yüksek noktası 1086 mt. (Dağın ilk oluşumundaki yüksekliği 3000 metreden fazlaymış). Üzerinde 2200’den fazla bitki çeşidi yaşamaktaymış. Kendi bitki örtülerini korumak için özel çaba gösteriyorlar, dışarıdan gelen yayılmacı denilen bitki türlerine engel olmak için çalışmalar yapıyorlar.


 



 


** Masa dağına gitmenin birkaç yolu var. Dağ şehrin çok merkezinde olduğu için taksiyle gitmek mümkün. Ya da otobüsle bir noktaya kadar gidip oradaki ücretsiz servisi kullanabilirsiniz. Taksi de serviste, sizi teleferiğe götürecek. Bir küçük uyarı; hava durumunu kontrol etmeden gitmeyin. Çünkü teleferik hava durumundan dolayı sıklıkla kapalı olabiliyor. Mesela ben güzel bir günde gitmeme rağmen inanılmaz bir rüzgâra rast geldim uçuyordum neredeyse tepede... 
http://www.tablemountain.net adresinden teleferiğin durumunu öğrenmeniz mümkün.


 


 


Masa dağının etrafında yapılan sporlar, kaya tırmanışı, dağcılık, trekking, mağaracılık ve dağ bisikleti... Dağa tırmanarak çıkan çok insan var.

 



 


PLAJLAR


Cape Town’un etrafındaki plajları; batı bölgesindeki plajlar ( çok rüzgârlı ve dalgalı ), False Bay tarafındaki plajlar ( suyu bir miktar daha sıcak ) ve Atlantik okyanusu kıyısındaki plajlar olarak ayırmak mümkün. 

 



 


False Bay tarafındaki plajlar Gordon's Bay ile  Simon's Town ve Boulders Beach arasında kalan bölgede yer alıyor.


Atlantik okyanusunun etrafındaki popüler plajlar genellikle şehrin içindeki plajlar.


*Camp’s bay bunların en popülerleri. Bu bölgedeki evler Capetown’daki en pahalı evlerden.

*Clifton Bay: Birinci dünya savaşında askerler buraya çıkmış. Kumsalda o gün askerler için yapılan kulübeler bugün milyon dolarlık villalar haline gelmiş.


 


 **Sea point: Yahudilerin ağırlıklı olarak yaşadıkları bölge. Bu kıyıdaki en kalabalık yerleşim bölgesi. 

 



 


**Plajlara gidenler kendi içlerinde bölünmüş. Daha sakin ve gözlerden uzak kalmak için, aileler için, havalı modellerin gittiği, bir de en büyük plaj şeklinde.

** Bu plajlardan birinde ayaklarımı suya sokmayı denedim. Ayaklarımın acısından ve soğuktan nefesim kesildi. Arkadaşlarım defalarca bu suya girip çıktılar. İnanamadım.  Kutuplardan gelen su bu suya karışıyormuş.  Ayağını buz kütlesinin içine sokmak gibi bir şeydi.

 



 


*Deniz kenarındaki fener, 850.000 mum ışığı gücündeymiş.


*Bazı semtlerde rüzgâr o kadar fena ki ağaçların rüzgârın estiği yönde bayağı kıvrılmışlar. 


 


**Kelt:  Bölgede suyun  üzerini kaplayan yosunumsu bir şeyler var, buna kelt deniyormuş. Denizin içindeki canlıların yaşaması için çok faydalıymış ama yüzmeye uygun değilmiş. 

 


 ŞANSLIYDIM ÇÜNKÜ RAST GELDİM


Secret sunrise: Organize eden grubun ad “ No Danger Diaries “ Amaçları eğlenirken fark yaratmak.  Benim katıldığım aktivitelerinin adı “ Secret Sunrise “. Ayda iki kere toplanıyorlar. Gün doğumunda buluşuyorlar sabah 6 da.  Herkesin bir kulaklığı var. Dj bir taraftan konuşuyor. Önce esneme hareketleri sonra biraz zıplama içinden geldiği gibi dans. Toplam bir saat boyunca. Gelenlerin arasında 20 yaşında olan da vardı 50 yaşında olan da. Hatta çocuğuyla birlikte gelen bile vardı. Genelde buluşulan yerler binaların tepeleri. Ama bazen deniz kenarında da buluşuyorlarmış. 





 Biletler satışa çıktıktan sonra yarım saat içinde tükeniyormuş. Bir de aktivitenin nerede olacağını bir gün önceden mail aracılığıyla bildiriyorlar sana. Evinde kaldığım arkadaşımın bileti vardı. Aradı, benim için bilet sordu yokmuş. Sonuçta kişi sayısı, kulaklık sayısı ile sınırlı. Sonrasında arkadaşımı atayıp gelsin dediler bir şekilde kulaklık ayarlarız. Bugüne kadar yaptığım en keyifli şeylerden biri olduğunu itiraf etmem lazım. Bir çeşit sessiz disko. Masa dağının eteklerinde gün doğumunu seyrederken bir taraftan da zıp zıp dans ediyorsun... Daha ne olsun... 


















 Her ayın ilk perşembesi: Her ayın ilk perşembesi galeriler gece yarısına kadar açık. Zamanlamam müthiş.  Böyle bir aktiviteye rastladığıma inanamıyorum. Ben gittiğim her şehirde mutlaka birkaç galeri gezmeyi çok severim, düşünsenize bunu tam bir festival havasında yaptığınızı.  Capetown son derece kompakt bir şehir. Dolayısıyla galerilerin birçoğu da şehir merkezinde. Ortam tam bir davet havasında. Galerilerin içinde içkinizi satın alabiliyorsunuz ya da yemek yiyebiliyorsunuz. Sokaklarda yemek stantları kurulmuş durumda.  
 


Herkes elinde bir kadeh sokaklarda duruyor ya da o galeri senin bu galeri benim dolaşıyor. İlginç sergiler vardı. Bugüne kadar hiç görmediğim rastlamadığım tekniklerde yapılmış tablolar gördüm. 

 


Ama en ilginci rastladığımız canlı bir enstalasyondu. Çıplak bir kadın bütün vücudu dikenli tellerle çevrilmiş ve teller vücuduna batar durumda elinde kanı akan bir kalp tutuyor. Gözünden yaşlar akarken karşı duvarda kaybettiği aşkına yazılmış acısını anlatan bir şiir. Biraz rahatsız edici ama aynı zamanda da çok etkileyiciydi. 

Oranjezicht ( orange view cıty farm): Deniz kenarında kurulmuş bir pazar. Cumartesi günleri kuruluyor. Pek turiste rastlanan bir yer değil ama ben gidebildim.  Nefesim kesildi. Ben hayatımda böyle bir pazar görmedim. Filmlerde bile.


 


 


Görsel şölen.  Çadırların içinde saman balyaları konmuş ve tüm sebzeler ve meyveler bu balyaların üzerine yerleştirilmiş. Sanki hayatları boyunca tasarım yapmış birileri tarafından. Her bir parça film karesi, fotoğraf karesi gibi. 


 


 


 


Hani yemek fotoğrafı çekenler saatlerce bir yemeğin fotoğrafını çekmek için uğraşırlar süslerler ya, bu görüntüler öyle ama birileri rastgele koymuş. Saatlerce fotoğraf çekebilirdim orada. Çiçek buketleri bile özeldi. Nefis vazolara konmuşlar samanların üzerine yerleştirilmişler. 

 


 


 


Böyle durumda kolunuzdan çeken bir erkeğin olması iyi oluyor çünkü ben tüm günü orada geçirebilirdim. Bir de işin güzel tarafı o pazarda satılan ürünler şehrin içindeki bir çiftlikte yetişiyor. Gidip gözümle gördüm bayağı şehir içi. Yani Taksim merkez olsa tarlalar Şişli’de, bu kadar da acayip bir şehir. 


 



 


 


Waterfront’ta konser:  Ne var canım diyeceksiniz, insan konsere her yerde rast geliyor. Ama bu konser başka konser.  Biraz dinleyeyim dedim. Seyircilere bir baktım, yaş ortalaması 70 üstü. Meğer “senior day” imiş. Belli bir yaşın üzerindekiler için özel bir gün. Hepsi çocuklar gibi. Ellerinde abur cubur paketleri ( onlara verilmiş ) cips dondurma. Kıyafetler rengârenk. Ayakta dans ediyorlar. Müslüman, Hristiyan bir arada. Nasıl da zıplıyorlar şarkılar söylüyorlar. Grup ortaya karışık eski Amerikan şarkıları söyledi. Biraz Sinatra, biraz rock, biraz swing. Gitar emprovizasyonu, sololar, ne ararsan vardı. Seyircilerin hepsi de tüm şarkıları biliyordu. Dansları da çok şekerdi. Bir tanesi neredeyse pole dance bile yaptı. 


 


 


 

*** Orada olduğum iki hafta boyunca neredeyse hiç yağmur yağmadı. Hâlbuki gittiğim günden birkaç gün önce acayip fırtına olmuş ağaçlar devrilmiş. Benim gittiğim mevsimde yağmursuz dönem pek rastlanır bir durum değilmiş. 


***Her tarafta jakaranda ağaçları vardı. Her taraf mor ağaçlarla doluydu, yerlerde mor çiçekler. Tam mevsiminde gitmişim.

 



***O sıcak havayla Noel fikri hiç uymasa da her tarafta yılbaşı süsleri ve ışıl ışıl ağaçları görmek çok eğlenceliydi. Özellikle de ağaçların etnik versiyonlarını görebilmek.

 



** Kirstenbosch’ta ağaçların tepesindeki köprüde 4–5 yaşındaki çocukların okul turuna rast geldim. Çok şekerdiler. Her adım attıklarında köprü sallanıyor diye çığlık çığlığaydılar. Ortam birden daha da renklendi neşelendi.

 


  


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder