Dünyada birkaç tane şehir vardır ki tekrar tekrar sıkılmadan o şehirlere gidebilirim. Genelde de ortak özellikler taşırlar. Havası, insanı, denizi, plajı, doğası... Mesela Barcelona ya da Sydney.
Sydney benim âşık olduğum şehirlerden biridir. Capetown'un da benzer bir
havası var. Sydney'in daha küçük ve daha az kendini kasan versiyonu denebilir.
En büyük fark Avustralya'da aborijinlerle neredeyse hiç karşılaşmazken Güney Afrika’da
beyazların nüfusu toplam nüfusun yüzde onundan az. İki şehirde çok yeşil, deniz var, plajlar var, doğal güzellik var, şarap var, çiçek var.
Ortamları birbirine çok benzer. Barbekü alışkanlıkları bile aynı. İki tarafında
neredeyse milli yemeği.
Capetown çok renkli bir şehir, o yüzden mahallerinden bahsetmeden geçmek olmaz. Özellikle de Bo-Kaap’tan.
MAHALLELERİ
Bo-Kaap: Güney Doğu Asya’dan gelen Müslüman esirlerin
soyundan gelenlerin kurduğu, Müslüman mahallesi. Malay Quarter... Rengârenk
binalar.
Renkli bir şeyler gördüğümde makinaya yapışanlardan olduğumdan fotoğraf
çekmekten rehberi dinleyemedim bile.
Tüm
modern şehirlerde de olduğu gibi artık o bölgede hem şehrin içinde kaldığından
hem de popüler olduğundan binalar el değiştirmeye başlamış. Bu da bölgenin yerli halkının arasında sıkıntı
yaratıyormuş.
Woodstock: Şehrin merkezine çok yakın bir semt. Eskiden fabrikaların olduğu endüstriyel bir bölge imiş. Şimdi ise binalar tamamen yüz değiştiriyor. Fabrikalar renove edilerek içlerine tasarım dükkânları, sanat galerileri yerleşiyor. Woodstock exchange eskiden borsa binasıymış şimdi ise hipsterların dükkânlarının olduğu bir bina olmuş.
Old Biscuit Mill: Woodstock'ta eski bir fabrika. Şimdi tamamen yenilenmiş, yüz değiştirmiş. Cumartesi günleri içinde kocaman bir pazar kuruluyor, onun dışımda çok şeker dükkânlar var. Envai çeşit Güney Afrika şarabı bulunduran kocaman bir şarap dükkânı var, kafeler var, tasarım dükkânları var. Şahane bir çikolatacı var. Bir de " Test Kitchen” " bir restoran var ki kaç yıldır sürekli Güney Afrika’nın en iyi restoranı seçiliyormuş. Bu yüzden de aylar öncesinden rezervasyon yapmak gerekiyormuş. ( Tam ben oradayken bu sene tekrar seçildiklerinin haberini almışlardı ve kutlama yapıyorlardı. )
Bunun dışında Biscuit Mill’in tam karşısında Salt adlı bir pasaj var içinde yine benzer tipte dükkânların bulunduğu. Bir de Türk marketi. Beni oraya arkadaşım götürdü ellerinde nelerin bulunduğunu görmek ilginçti. Mesela nar ekşisi. Oradaki arkadaşlarımın arasında çok popüler. (Aslında buradaki yabancı arkadaşlarım arasında da çok popüler ) ve oradaki markette bulduk. Taşıma derdi bitti.
Bu binaların dışında bölgede bu tip çok pasaj ve dükkân var, ancak orası halen gelişen bir bölge ve arkadaşlarım tarafından tek başıma belli bir alanın dışına çıkmamam o kadar tembihlendi k,i bu kadarını görmekle yetindim.
De Waterkant: Çok renkli bir mahalle.
18. yüzyıldan kalan teras evleri, şirin kafeleri, şık restoranları, tasarımcı
butikleri, dağa kadar çıkan taş caddeleri ile ziyaret etmeye değer bir bölge.Ayrıca burada da rengarenk sokaklar var.
Diğer semtler: Şehrin kuzeyi hariç her bölgesini gezdim. Her biri de apayrı bir şehir havasında. Doğu tarafındaki mahalleler çok şık. Ormanların ya da ağaçların arasında kaybolmuş mansiyonları görmüyorsunuz bile. Bu bölgedeki semtlerden ikisi Costantia ve Chelsea. Evler ağaçların arasında gizlenmiş. Malikâneler var. Ortalıktaki evlerde İngiltere'nin küçük bir kasabasına gelmişsiniz havası var. Yağmuru bile aynı. Bu bölgede yüzde doksan yağmur yağarmış. Gerçekten de arabayla oradan geçerken yağmur başladı birkaç km sonra günlük güneşlik.
Batı bölgesine gelince aklımda kalanlar ille de rüzgâr, dalgalar, surf,
kitesurfing. Vahşi doğa. Ama nasıl olur daha beş dakika evvel sakin bir ortamın
içindeydik. Bu tarafa doğru şehir yeni genişlemeye başlamış, o kadar rüzgârlı
ki evler uçacak gibi duruyor. Kumsalı kilometrelerce uzunlukta. Ben
kumsalda yürümeye bayılırım ama o rüzgârla epey zorladı beni. Bir de oraya
doğru giderken iki tane küçücük göletin önünden geçtik ve içinde flamingolar
vardı. Ağzım açık kaldı.
DOĞASI
Table mountain / Masa dağı... Gerçekten masa gibi. Ben
hayatımda böyle şey görmedim. Sanki başka bir dünya, başka bir deneyim.
Dünyanın yedi harikasından biri olarak kabul ediliyor.
Dağın tepesi gerçekten düz. Tamam, ufak tefek kayalar var yani zımparalı gibi değil ama o kayaların üstünde yollar yapmışlar ve dümdüz yürüyebiliyorsun. Bir ucundan diğer ucuna yürüyüp – mesafe yaklaşık 3 kilometre- bütün şehri çepeçevre görmek mümkün.
Platonun sağ tarafında Devil's Peak ( Şeytan tepesi ) sol
tarafında ise Lion's Head ( Aslan Kafası ) var. Signal Hill
ile beraber görüntü tamamlanıyor. ( Bunlar Masa dağının etrafındaki tepelerin
adları.) Dağın Atlantik Okyanusu tarafındaki bölgeye “12 Apostles- On İki Havariler “ adı verilmiş.
Masa dağının üzeri genel olarak bulutlarla kapalı olduğundan bu bulutlara “Masa Örtüsü” adı takılmış.
Dağın en yüksek noktası 1086 mt. (Dağın ilk oluşumundaki yüksekliği 3000 metreden fazlaymış). Üzerinde 2200’den fazla bitki çeşidi yaşamaktaymış. Kendi bitki örtülerini korumak için özel çaba gösteriyorlar, dışarıdan gelen yayılmacı denilen bitki türlerine engel olmak için çalışmalar yapıyorlar.
** Masa dağına gitmenin birkaç yolu var. Dağ şehrin çok merkezinde olduğu
için taksiyle gitmek mümkün. Ya da otobüsle bir noktaya kadar gidip oradaki
ücretsiz servisi kullanabilirsiniz. Taksi de serviste, sizi teleferiğe
götürecek. Bir küçük uyarı; hava durumunu kontrol etmeden gitmeyin. Çünkü
teleferik hava durumundan dolayı sıklıkla kapalı olabiliyor. Mesela ben güzel
bir günde gitmeme rağmen inanılmaz bir rüzgâra rast geldim uçuyordum neredeyse
tepede...
http://www.tablemountain.net adresinden teleferiğin durumunu
öğrenmeniz mümkün.
Masa dağının etrafında yapılan sporlar, kaya tırmanışı, dağcılık, trekking, mağaracılık ve dağ bisikleti... Dağa tırmanarak çıkan çok insan var.
PLAJLAR
Cape Town’un etrafındaki plajları;
batı bölgesindeki plajlar ( çok rüzgârlı ve dalgalı ), False Bay tarafındaki
plajlar ( suyu bir miktar daha sıcak ) ve Atlantik okyanusu kıyısındaki plajlar
olarak ayırmak mümkün.
False Bay tarafındaki plajlar Gordon's Bay ile Simon's Town ve Boulders Beach arasında kalan bölgede yer alıyor.
Atlantik okyanusunun etrafındaki popüler plajlar genellikle şehrin içindeki
plajlar.
*Camp’s bay bunların en popülerleri. Bu bölgedeki evler Capetown’daki en
pahalı evlerden.
*Clifton Bay: Birinci dünya savaşında askerler buraya çıkmış. Kumsalda o
gün askerler için yapılan kulübeler bugün milyon dolarlık villalar haline
gelmiş.
**Sea point: Yahudilerin ağırlıklı olarak yaşadıkları bölge. Bu kıyıdaki en kalabalık yerleşim bölgesi.
**Plajlara gidenler kendi içlerinde bölünmüş. Daha sakin ve gözlerden uzak kalmak için, aileler için, havalı modellerin gittiği, bir de en büyük plaj şeklinde.
** Bu plajlardan birinde ayaklarımı suya sokmayı denedim. Ayaklarımın
acısından ve soğuktan nefesim kesildi. Arkadaşlarım defalarca bu suya girip
çıktılar. İnanamadım. Kutuplardan gelen
su bu suya karışıyormuş. Ayağını buz kütlesinin içine sokmak gibi bir
şeydi.
*Deniz kenarındaki fener, 850.000 mum ışığı gücündeymiş.
*Bazı semtlerde rüzgâr o kadar fena ki ağaçların rüzgârın estiği yönde
bayağı kıvrılmışlar.
**Kelt: Bölgede suyun üzerini kaplayan yosunumsu bir şeyler var, buna kelt deniyormuş. Denizin içindeki canlıların yaşaması için çok faydalıymış ama yüzmeye uygun değilmiş.
ŞANSLIYDIM ÇÜNKÜ RAST GELDİM
Secret sunrise: Organize eden grubun ad “ No Danger Diaries “
Amaçları eğlenirken fark yaratmak. Benim
katıldığım aktivitelerinin adı “ Secret Sunrise “. Ayda iki kere toplanıyorlar.
Gün doğumunda buluşuyorlar sabah 6 da. Herkesin bir kulaklığı var. Dj bir
taraftan konuşuyor. Önce esneme hareketleri sonra biraz zıplama içinden geldiği
gibi dans. Toplam bir saat boyunca. Gelenlerin arasında 20 yaşında olan da
vardı 50 yaşında olan da. Hatta çocuğuyla birlikte gelen bile vardı. Genelde
buluşulan yerler binaların tepeleri. Ama bazen deniz kenarında da
buluşuyorlarmış.
Biletler satışa çıktıktan sonra yarım saat içinde tükeniyormuş. Bir de aktivitenin nerede olacağını bir gün önceden mail aracılığıyla bildiriyorlar sana. Evinde kaldığım arkadaşımın bileti vardı. Aradı, benim için bilet sordu yokmuş. Sonuçta kişi sayısı, kulaklık sayısı ile sınırlı. Sonrasında arkadaşımı atayıp gelsin dediler bir şekilde kulaklık ayarlarız. Bugüne kadar yaptığım en keyifli şeylerden biri olduğunu itiraf etmem lazım. Bir çeşit sessiz disko. Masa dağının eteklerinde gün doğumunu seyrederken bir taraftan da zıp zıp dans ediyorsun... Daha ne olsun...
Biletler satışa çıktıktan sonra yarım saat içinde tükeniyormuş. Bir de aktivitenin nerede olacağını bir gün önceden mail aracılığıyla bildiriyorlar sana. Evinde kaldığım arkadaşımın bileti vardı. Aradı, benim için bilet sordu yokmuş. Sonuçta kişi sayısı, kulaklık sayısı ile sınırlı. Sonrasında arkadaşımı atayıp gelsin dediler bir şekilde kulaklık ayarlarız. Bugüne kadar yaptığım en keyifli şeylerden biri olduğunu itiraf etmem lazım. Bir çeşit sessiz disko. Masa dağının eteklerinde gün doğumunu seyrederken bir taraftan da zıp zıp dans ediyorsun... Daha ne olsun...
Her ayın ilk perşembesi: Her ayın ilk perşembesi galeriler gece yarısına kadar açık. Zamanlamam müthiş. Böyle bir aktiviteye rastladığıma inanamıyorum. Ben gittiğim her şehirde mutlaka birkaç galeri gezmeyi çok severim, düşünsenize bunu tam bir festival havasında yaptığınızı. Capetown son derece kompakt bir şehir. Dolayısıyla galerilerin birçoğu da şehir merkezinde. Ortam tam bir davet havasında. Galerilerin içinde içkinizi satın alabiliyorsunuz ya da yemek yiyebiliyorsunuz. Sokaklarda yemek stantları kurulmuş durumda.
Herkes elinde bir kadeh sokaklarda duruyor ya da o galeri senin bu galeri benim dolaşıyor. İlginç sergiler vardı. Bugüne kadar hiç görmediğim rastlamadığım tekniklerde yapılmış tablolar gördüm.
Ama en ilginci rastladığımız canlı bir enstalasyondu. Çıplak bir kadın bütün vücudu dikenli tellerle çevrilmiş ve teller vücuduna batar durumda elinde kanı akan bir kalp tutuyor. Gözünden yaşlar akarken karşı duvarda kaybettiği aşkına yazılmış acısını anlatan bir şiir. Biraz rahatsız edici ama aynı zamanda da çok etkileyiciydi.
Oranjezicht (
orange view cıty farm): Deniz kenarında kurulmuş bir pazar. Cumartesi günleri kuruluyor. Pek
turiste rastlanan bir yer değil ama ben gidebildim. Nefesim kesildi. Ben hayatımda böyle bir pazar
görmedim. Filmlerde bile.
Görsel şölen. Çadırların içinde saman balyaları konmuş ve
tüm sebzeler ve meyveler bu balyaların üzerine yerleştirilmiş. Sanki hayatları
boyunca tasarım yapmış birileri tarafından. Her bir parça film karesi, fotoğraf
karesi gibi.
Hani yemek fotoğrafı çekenler saatlerce bir yemeğin fotoğrafını çekmek için uğraşırlar süslerler ya, bu görüntüler öyle ama birileri rastgele koymuş. Saatlerce fotoğraf çekebilirdim orada. Çiçek buketleri bile özeldi. Nefis vazolara konmuşlar samanların üzerine yerleştirilmişler.
Böyle durumda
kolunuzdan çeken bir erkeğin olması iyi oluyor çünkü ben tüm günü orada
geçirebilirdim. Bir de işin güzel tarafı o pazarda satılan ürünler şehrin
içindeki bir çiftlikte yetişiyor. Gidip gözümle gördüm bayağı şehir içi. Yani
Taksim merkez olsa tarlalar Şişli’de, bu kadar da acayip bir şehir.
Waterfront’ta konser: Ne var canım diyeceksiniz, insan konsere her yerde rast geliyor. Ama bu konser başka konser. Biraz dinleyeyim dedim. Seyircilere bir baktım, yaş ortalaması 70 üstü. Meğer “senior day” imiş. Belli bir yaşın üzerindekiler için özel bir gün. Hepsi çocuklar gibi. Ellerinde abur cubur paketleri ( onlara verilmiş ) cips dondurma. Kıyafetler rengârenk. Ayakta dans ediyorlar. Müslüman, Hristiyan bir arada. Nasıl da zıplıyorlar şarkılar söylüyorlar. Grup ortaya karışık eski Amerikan şarkıları söyledi. Biraz Sinatra, biraz rock, biraz swing. Gitar emprovizasyonu, sololar, ne ararsan vardı. Seyircilerin hepsi de tüm şarkıları biliyordu. Dansları da çok şekerdi. Bir tanesi neredeyse pole dance bile yaptı.
*** Orada olduğum iki
hafta boyunca neredeyse hiç yağmur yağmadı. Hâlbuki gittiğim günden birkaç gün
önce acayip fırtına olmuş ağaçlar devrilmiş. Benim gittiğim mevsimde yağmursuz
dönem pek rastlanır bir durum değilmiş.
***Her tarafta jakaranda
ağaçları vardı. Her taraf mor ağaçlarla doluydu, yerlerde mor çiçekler. Tam
mevsiminde gitmişim.
***O sıcak havayla Noel fikri hiç uymasa da her tarafta yılbaşı süsleri ve ışıl ışıl ağaçları görmek çok eğlenceliydi. Özellikle de ağaçların etnik versiyonlarını görebilmek.
** Kirstenbosch’ta ağaçların tepesindeki köprüde 4–5 yaşındaki çocukların okul turuna rast geldim. Çok şekerdiler. Her adım attıklarında köprü sallanıyor diye çığlık çığlığaydılar. Ortam birden daha da renklendi neşelendi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder