30 Ocak 2014 Perşembe

Bükreş...



Bu seferki seyahat hikayem biraz geçmişten, 2 sene önceden. Romanya'da, Transilvanya'da yaptığımız yolun, yolculuğun, karşılaştığımız insanların hikayesi...


Umulmadık tüm seyahatlerimde olduğu gibi bu seferki seyahatin başlangıcı da kendi adıma enteresan oldu. Hale ile konuşurken onun Floransa Müzik Festivali'nde Ferhan Özpetek' in sahneye koyacağı Aida operasını izlemeye gideceğini öğrendim. Ben eksik kalır mıyım hemen “ben de” dedim tabii ki... İtalya, seyahat. Floransa. Opera ve Ferzan Özpetek... Üstüne beraber seyahat etmekten keyif alacağım arkadaşım, arkadaşlarım daha ne olsun...
Acaba Floransa'ya gitmişken Toskana'yı da görsek mi dedim ben.. Araya da iki günlük Cinque Terre sıkıştırdık. Benim öncesinde Romanya'ya seyahatim var dedi Hale. Süpermiş dedim orada görülecek ne var. Transilvanya, Moldova çok güzel. Oluuur o zaman Romanya'ya da gidelim. Araştırdık Floransa'ya Timişoara'dan direkt uçak varmış. Seyahat yine bizim yerimize kendi planını yaptı. Moldova başka bahara..
Planımız Bükreş'e uçmak, orada birkaç gün geçirmek, sonrasında araba kiralayıp Transilvanya'yı bir uçtan bir uca gezmek..
Araba ile seyahat etmeyi çok seviyorum. Seyahatte araba özgürlük demek, istediğim köye girip çıkabilmek demek. İstediğim yerde durup manzaranın tadını çıkartabilmek, alakasız yerlerde fotoğraf molası verebilmek demek. Kalacağım yer belli değilse, çanta taşıma derdim olmadan kalabileceğim yerleri dolaşmak demek. Yaptığınız planların içinde plansızlık demek, tam bana göre yani. Üstüne üstlük ne kadar ıvır zıvır satın alırsam alayım ben taşımıyorum, araba taşıyor :)
Sonuçta kendimizi 20 günlük bir seyahatin içinde bulduk. Bu yazı seyahatin ilk bölümüne yani Romanya’ya ait…
BÜKREŞ- BUCHAREST-BUCUREŞTI
İlk etap Bükreş...
Bükreş'e çok bir şey bilerek ya da bekleyerek gitmediğimi itiraf etmem lazım, ama yine de Bükreş beni şaşırttı.
Nedense duygu olarak diğer Avrupa kentlerinden farklı. Biraz daha depresif belki. Bir taraftan çok gri bir taraftan çok yeşil. Uzun süreli bir uykudan uyanma çabasında sanki. Kendini doğurmaya çalışıyor gibi. Biraz hüzünlü. Tarif etmesi bile zor.  Diyebilirsiniz ki bu hüzün duygusu, yeniden yaşam bulmaya çalışma hali, belli bir dönem komünizmle yönetilmiş tüm ülkeler için geçerli değil mi diye. Neden bilmem benim için Bükreş biraz farklıydı.



Efsaneye göre Bükreş adı Dambovita nehri kıyısında bir kilise inşa eden Bucur adlı bir çobanın isminden gelmekteymiş. Bucurie kelimesinin anlamı ise, mutluluk sevinç demekmiş.
Benim için şehirlerin hikayeleri vardır. Şehirlere, şehirlerdeki eski binalara, kiliselere, tarihi yapılara yaşanmış hikayeler anlam kazandırır. Hikayeler olmazsa o binaların çok bir anlamı olmaz benim için. Bir kilisenin başka bir ülkedeki kiliseden, ya da bir kalenin başka bir ülkede ziyaret ettiğim kaleden farkı kalmaz.
Kimi şehirlerin hikayeleri çok daha eskiye dayanır, ortaçağı anlamadan o şehri anlamak hissetmek mümkün olmaz mesela. Bükreş’in çok eski dönemlere dayanan bir tarihi olsa da benim ilgimi çeken dönemi özellikle ikinci dünya savaşı ve sonrası. Şehir o kadar büyük bir değişim geçirmiş ki...
Bükreş bir zamanlar küçük Paris olarak bilinirmiş. 2. Dünya savaşında bombalanması, 1940 yılında yaşanan  7,4 şiddetinde deprem, 1977de yaşanan bir diğer deprem ve Çavuşesku’nun şehri yeniden yapılandırma sistemi ile şehir bambaşka bir şehir olmuş.

Bükreş’i ilginç yapan havası; ortaçağ, parizyen ve komünist binalarının birbiriyle çakışma hali. Hepsi yan yana hepsi iç içe geçmiş. Şehirdeki zamanımın büyük çoğunluğunu şehri adım adım arşınlayarak geçirdim. Yakın tarihle ilgili acaba şimdi burada neler yaşanmıştır, insanlar neler hissetmiştir diye algılamaya çalışarak. 





Bükreş’in bir kısmı oymalı kakmalı, inanılmaz güzellikte Fransız tarzı binalarla doluyken, diğer bir tarafı komünist dönemden kalma birbirinin aynı kutu kutu evlerden oluşmuş içinde binlerce kişinin yaşadığı binalarla çevrili. Dip dibe, yan yanalar. Yan yanalıkları inanılmaz kontrast bir görüntü oluşturuyor. Tüm bunların arasında ise bildiğimiz tüm markalara ait dükkanlar. Sanki bir yerlerden ışınlanmış gibiler.  
Çavuşesku döneminde yapılmış korkunç gri bloklar. Fransız sarayları, Ortaçağ'dan kalma kiliseler ve 21. Yüzyıl modern binaları... İlginç bir karışım. Sadece bu karışımı görmek için bile şehri görmeye değer.




Kaldığım sürede parklarda zaman geçirdim, kiliselere, müzelere girdim çıktım, eski şehri dolaştım. 
 


Gezdiğim yerlerden bir kısmı...
Ulusal Tarih Müzesi: Neolitik dönemlerden 1920’lere kadar Romanya tarihine ait eserlerin sergilendiği müze…
Stavropoleos Kilisesi ve Manastırı: Kilise 1724’te inşa edilmiş ve şehrin en eskilerinden.
Ateneul Roman: Şehrin incisi, konser salonu.
Romanya Köylüleri Müzesi
Ulusal Sanat Müzesi:  Rembrant ve Monet gibi ünlü ressamların eserlerinin dışında Romen sanatçıların eserlerini de görmek mümkün.
Ulusal Çağdaş Sanat Müzesi: Parlamento binasının içinde yer alan müzede sergiler sürekli olarak yenilenmekte.
Arcul de Triumf: Zafer takı... Bükreş’in "küçük Paris” ismini alma sebeplerinden.  
Parlamento Binası ve Meydanı: Pentagon’dan sonra dünyadaki en büyük 2. yapı. 12 kat, 3300 oda, 330.000 metrekare. İnanılmaz büyük bir sığınağı var. Saray tamamen mermer ve altınla bezenmiş. Binanın yapılma aşamasında takribi 40.000 ev ve 6 kilise yıkılmış. Bükreş'in altıda biri yerle bir edilmiş. Tüm ışıkları açıldığında dört saatte Bükreş'in bir günlük elektrik ihtiyacını tüketiyormuş. Ne diyeyim, dudak uçuklatıcı cinsten etkileyici. 
 


Yahudi Tarihi Müzesi:  Romanya’da yaşamış olan Yahudi topluluğunun tarihini anlatan müze 1836 yılında yapılmış bir sinagogun içinde yer alıyor. Ben gittiğim dönemde kapalı olduğu için gezemedim ancak içeri girebilmek için yanımda pasaportumun olması gerekiyormuş. Romanya’da 1941 yılında yaklaşık 800.000 Yahudi yaşamaktayken bugün bu sayı 10.000’in altındaymış.
Benim ziyaret ettiğim sinagogun adı  “Choral Temple “. Bükreş’te şu anda aktif olan tek sinagogmuş. İçi inanılmazdı.  





 Piata Revolutiei: 1989’da dünyanın gözleri önünde gerçekleşen devrimin izlerini görmek mümkün. Çavuşesku'nun son halka hitap ettiği yer...
Plata Universitatii: 1989da en kanlı çatışmalar burada olmuş.
Cişmigiu Park: 1847 yılında düzenlenen park, bir göletin etrafında kurulmuş. Parkın ismi Türkçe’den geliyor, çeşmeci kelimesinden devşirilmiş. 



Herestrau park: 200 hektar bir alana yayılmış parkın içinde kocaman bir göl - göller var. Açıkçası parkın içinde saatlerce yürüdüm, tekne gezisi yaptım. Çiçek fotoğrafları çektim yani parkın içinde kendimden geçtim.



Şansıma bir festivale rast gelmişim. Romanya’nın her tarafından köylerden folklor grupları kendi mahalli giysileri içinde gösteriler yaptılar. Folklor gösterisi sırasında söyledikleri şarkıların bir kısmı bizim türkülere çok yakındı. Hele birkaç tanesi Türkçe olsa ya da sadece melodi olsa bizim şarkılar zannedilecek cinsten. Saatlerce onları izledim. 











Park inanılmaz kalabalıktı. Öğrendim ki, Bükreş’te hafta sonları insanlar kendilerini ailecek parklara atarlarmış. Bu kadar kalabalık bir park pek görmemiştim açıkçası.
Köy Müzesi: Herastrau Parkı’nın içinde bulunan açık hava müzesi. İçinde 300’den fazla yapı var. Adeta yaşayan bir yer.  Müzede Romanya’daki köylülerinin yasadığı evler ve kullandıkları  aletler  var. Hepsi orijinal. Avrupa'nın en eski açık hava müzesiymiş.














 Vee Bükreş'e veda edip Transilvanya'ya doğru yola çıkma zamanı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder