Bu seferki
seyahat hikayem biraz geçmişten, 2 sene önceden. Romanya'da, Transilvanya'da
yaptığımız yolun, yolculuğun, karşılaştığımız insanların hikayesi...
Umulmadık tüm
seyahatlerimde olduğu gibi bu seferki seyahatin başlangıcı da kendi adıma
enteresan oldu. Hale ile konuşurken onun Floransa Müzik Festivali'nde Ferhan
Özpetek' in sahneye koyacağı Aida operasını izlemeye gideceğini öğrendim. Ben
eksik kalır mıyım hemen “ben de” dedim tabii ki... İtalya, seyahat. Floransa.
Opera ve Ferzan Özpetek... Üstüne beraber seyahat etmekten keyif alacağım
arkadaşım, arkadaşlarım daha ne olsun...
Acaba
Floransa'ya gitmişken Toskana'yı da görsek mi dedim ben.. Araya da iki günlük
Cinque Terre sıkıştırdık. Benim öncesinde Romanya'ya seyahatim var dedi Hale.
Süpermiş dedim orada görülecek ne var. Transilvanya, Moldova çok güzel. Oluuur
o zaman Romanya'ya da gidelim. Araştırdık Floransa'ya Timişoara'dan direkt uçak
varmış. Seyahat yine bizim yerimize kendi planını yaptı. Moldova başka bahara..
Planımız
Bükreş'e uçmak, orada birkaç gün geçirmek, sonrasında araba kiralayıp
Transilvanya'yı bir uçtan bir uca gezmek..
Araba ile
seyahat etmeyi çok seviyorum. Seyahatte araba özgürlük demek, istediğim köye
girip çıkabilmek demek. İstediğim yerde durup manzaranın tadını çıkartabilmek,
alakasız yerlerde fotoğraf molası verebilmek demek. Kalacağım yer belli değilse,
çanta taşıma derdim olmadan kalabileceğim yerleri dolaşmak demek. Yaptığınız
planların içinde plansızlık demek, tam bana göre yani. Üstüne üstlük ne kadar
ıvır zıvır satın alırsam alayım ben taşımıyorum, araba taşıyor :)
Sonuçta
kendimizi 20 günlük bir seyahatin içinde bulduk. Bu yazı seyahatin ilk bölümüne
yani Romanya’ya ait…
BÜKREŞ-
BUCHAREST-BUCUREŞTI
İlk etap
Bükreş...
Bükreş'e çok bir şey bilerek ya da bekleyerek gitmediğimi itiraf etmem
lazım, ama yine de Bükreş beni şaşırttı.
Nedense duygu
olarak diğer Avrupa kentlerinden farklı. Biraz daha depresif belki. Bir
taraftan çok gri bir taraftan çok yeşil. Uzun süreli bir uykudan uyanma
çabasında sanki. Kendini doğurmaya çalışıyor gibi. Biraz hüzünlü. Tarif etmesi
bile zor. Diyebilirsiniz ki bu hüzün
duygusu, yeniden yaşam bulmaya çalışma hali, belli bir dönem komünizmle
yönetilmiş tüm ülkeler için geçerli değil mi diye. Neden bilmem benim için
Bükreş biraz farklıydı.
Efsaneye göre
Bükreş adı Dambovita nehri kıyısında bir kilise inşa eden Bucur adlı bir
çobanın isminden gelmekteymiş. Bucurie kelimesinin anlamı ise, mutluluk sevinç
demekmiş.
Benim için
şehirlerin hikayeleri vardır. Şehirlere, şehirlerdeki eski binalara, kiliselere,
tarihi yapılara yaşanmış hikayeler anlam kazandırır. Hikayeler olmazsa o
binaların çok bir anlamı olmaz benim için. Bir kilisenin başka bir ülkedeki
kiliseden, ya da bir kalenin başka bir ülkede ziyaret ettiğim kaleden farkı
kalmaz.
Kimi
şehirlerin hikayeleri çok daha eskiye dayanır, ortaçağı anlamadan o şehri
anlamak hissetmek mümkün olmaz mesela. Bükreş’in çok eski dönemlere dayanan bir
tarihi olsa da benim ilgimi çeken dönemi özellikle ikinci dünya savaşı ve
sonrası. Şehir o kadar büyük bir değişim geçirmiş ki...
Bükreş bir zamanlar küçük Paris olarak
bilinirmiş. 2. Dünya savaşında bombalanması, 1940 yılında yaşanan 7,4
şiddetinde deprem, 1977de yaşanan bir diğer deprem ve Çavuşesku’nun şehri
yeniden yapılandırma sistemi ile şehir bambaşka bir şehir olmuş.
Bükreş’i ilginç yapan havası; ortaçağ, parizyen
ve komünist binalarının birbiriyle çakışma hali. Hepsi yan yana hepsi iç içe
geçmiş. Şehirdeki zamanımın büyük çoğunluğunu şehri adım adım arşınlayarak
geçirdim. Yakın tarihle ilgili acaba şimdi burada neler yaşanmıştır, insanlar neler
hissetmiştir diye algılamaya çalışarak.
Bükreş’in bir
kısmı oymalı kakmalı, inanılmaz güzellikte Fransız tarzı binalarla doluyken,
diğer bir tarafı komünist dönemden kalma birbirinin aynı kutu kutu evlerden
oluşmuş içinde binlerce kişinin yaşadığı binalarla çevrili. Dip dibe, yan
yanalar. Yan yanalıkları inanılmaz kontrast bir görüntü oluşturuyor. Tüm
bunların arasında ise bildiğimiz tüm markalara ait dükkanlar. Sanki bir
yerlerden ışınlanmış gibiler.
Çavuşesku döneminde
yapılmış korkunç gri bloklar. Fransız sarayları, Ortaçağ'dan kalma kiliseler ve
21. Yüzyıl modern binaları... İlginç bir karışım. Sadece bu karışımı görmek
için bile şehri görmeye değer.
Kaldığım
sürede parklarda zaman geçirdim, kiliselere, müzelere girdim çıktım, eski şehri
dolaştım.
Gezdiğim
yerlerden bir kısmı...
Ulusal Tarih
Müzesi: Neolitik dönemlerden 1920’lere kadar Romanya tarihine ait eserlerin
sergilendiği müze…
Stavropoleos
Kilisesi ve Manastırı: Kilise 1724’te inşa edilmiş ve şehrin en eskilerinden.
Ateneul
Roman: Şehrin incisi, konser salonu.
Romanya
Köylüleri Müzesi
Ulusal Sanat
Müzesi: Rembrant ve Monet gibi ünlü ressamların eserlerinin dışında Romen
sanatçıların eserlerini de görmek mümkün.
Ulusal Çağdaş
Sanat Müzesi: Parlamento binasının içinde yer alan müzede sergiler sürekli
olarak yenilenmekte.
Arcul de
Triumf: Zafer takı... Bükreş’in "küçük Paris” ismini alma sebeplerinden.
Parlamento
Binası ve Meydanı: Pentagon’dan sonra dünyadaki en büyük 2. yapı. 12 kat, 3300
oda, 330.000 metrekare.
İnanılmaz büyük bir sığınağı var. Saray tamamen mermer ve altınla bezenmiş.
Binanın yapılma aşamasında takribi 40.000 ev ve 6 kilise yıkılmış. Bükreş'in
altıda biri yerle bir edilmiş. Tüm ışıkları açıldığında dört saatte Bükreş'in
bir günlük elektrik ihtiyacını tüketiyormuş. Ne diyeyim, dudak uçuklatıcı
cinsten etkileyici.
Yahudi Tarihi
Müzesi: Romanya’da yaşamış olan Yahudi topluluğunun tarihini anlatan müze
1836 yılında yapılmış bir sinagogun içinde yer alıyor. Ben gittiğim dönemde
kapalı olduğu için gezemedim ancak içeri girebilmek için yanımda pasaportumun
olması gerekiyormuş. Romanya’da 1941 yılında yaklaşık 800.000 Yahudi yaşamaktayken
bugün bu sayı 10.000’in altındaymış.
Benim ziyaret
ettiğim sinagogun adı “Choral Temple “. Bükreş’te şu anda aktif olan tek
sinagogmuş. İçi inanılmazdı.
Piata
Revolutiei: 1989’da dünyanın gözleri önünde gerçekleşen devrimin izlerini
görmek mümkün. Çavuşesku'nun son halka hitap ettiği yer...
Plata Universitatii:
1989da en kanlı çatışmalar burada olmuş.
Cişmigiu
Park: 1847 yılında düzenlenen park, bir göletin etrafında kurulmuş. Parkın ismi
Türkçe’den geliyor, çeşmeci kelimesinden devşirilmiş.
Herestrau
park: 200 hektar
bir alana yayılmış parkın içinde kocaman bir göl - göller var. Açıkçası parkın
içinde saatlerce yürüdüm, tekne gezisi yaptım. Çiçek fotoğrafları çektim yani
parkın içinde kendimden geçtim.
Şansıma bir festivale rast gelmişim. Romanya’nın her tarafından köylerden folklor grupları kendi mahalli giysileri içinde gösteriler yaptılar. Folklor gösterisi sırasında söyledikleri şarkıların bir kısmı bizim türkülere çok yakındı. Hele birkaç tanesi Türkçe olsa ya da sadece melodi olsa bizim şarkılar zannedilecek cinsten. Saatlerce onları izledim.
Park inanılmaz
kalabalıktı. Öğrendim ki, Bükreş’te hafta sonları insanlar kendilerini ailecek
parklara atarlarmış. Bu kadar kalabalık bir park pek görmemiştim açıkçası.
Köy
Müzesi: Herastrau Parkı’nın içinde bulunan açık hava müzesi. İçinde 300’den
fazla yapı var. Adeta yaşayan bir yer. Müzede Romanya’daki köylülerinin
yasadığı evler ve kullandıkları aletler var. Hepsi orijinal.
Avrupa'nın en eski açık hava müzesiymiş.
Vee Bükreş'e veda edip Transilvanya'ya doğru yola çıkma zamanı...