29 Mart 2014 Cumartesi

Bir inanç hikayesi- Saitabat kadınları



Benim bazen seyahatim gelir. Yanlış duymadınız seyahatim gelir, içimdeki ses ben yola çıkana kadar hadi hadi diye fısıldar durur ta ki ben kendimi yolda bulana kadar. Bu seferki seyahatim de böyle oldu. Bu tip seyahatler plansız seyahatlerdir, başlangıç ve bitiş noktamı bilirim ama arada yol beni nereye götürür bilmem. Ben yolu değil yol beni yönetir.







Bu sefer de böyle oldu. İçimdeki dürtüye daha fazla dayanamadan kendimi Bursa'da buldum. Kabataş Mudanya deniz otobüsü bir saat 40 dakika sürüyor. Orada yaşayan bir arkadaşımın da kanına girdim, altımızda araba da var yani plan tamam. Amaç Uludağ’ın güney yamacındaki orman köylerini ve Cumalıkızık dışında diğer kızık köylerini gezmek. Toplam 7 kızık köyünden 5'i bugüne kadar gelebilmiş. Kızık köyleri ve dağ köylerinin hikayesi başka bir yazıya. Bugünkü hikayemizin baş kahramanları Saitabat köyünün kadınları.
Bursa'ya Cumartesi öğleden sonra saat 4 gibi vardım ve kendimizi arabaya Derekızık Köyü'ne attık. Derekızık köyünü gezdikten sonra şelale piknik gibi tabelalar dikkatimizi çekti. Gidelim dedik yol bizi nereye kadar götürecek. Yolun bittiği yere kadar çıktık. Yolumuzun üstünde şale gibi bir tahta bina ve Saitabat kadınlar derneği diye bir tabela dikkatimizi çekti. Dönüş yolunda orada çay içmeye karar verdik. 





İçeri girerken ayakkabıları çıkartmak gerekiyordu, halılara ayakkabı ile basmamak için. Kapı kapalı gibiydi, kapıyı inanılmaz şirin 17-18 yaşlarında bir kız açtı, kapandık dedi, ben “ama sadece çay içecektik” deyince bizde misafiri kapıdan döndürmek yoktur deyip içeri aldılar.
İyi ki de bizi içeri almışlar, çünkü o anda içeri girmesek ne bu kadar şahane bir hikaye duyabilirdim, ne çektiğim fotoğrafları çekebilirdim ne de ertesi sabah kahvaltıya gelmeyi akıl edebilirdim. Sonuçta amacımız bir yere tekrar tekrar gelmek değil gezebildiğimiz kadar çok yeri gezmekti. Kapıda bizi içeri alan cici kızın- Merve- dışında üç kişiyle tanışıp sohbet etme imkanım oldu. Bilgin hanım, pamuk abla- Hacer hanım-  ve başkan Şermin hanim. 

 

  


Oraya girip de etkilenmemek etraftaki temizliğe  hayran kalmamak mümkün değil. Böyle bir ortamla karşılaşınca benim içimdeki meraklı turşucu ortaya  çıktı sürekli sorular sordum. Allah'tan beni sevdiler de nazımı çektiler.
Önce Bilgin hanımla sonra da başkan Şermin hanımla konuştum. Şermin hanımla konuşmak yönetim 101 dersi dinlemek gibi bir şey, ilkokul mezunu olduğuna - ortadaki tüm kadınların ilkokul mezunu olduğuna inanmak zor. Bir kez daha anladım ki ne varsa kadınlarda var. 







Hikaye şöyle: Şermin hanım bir gün Cumalıkızık köyünü ziyarete gidiyor, oradaki çalışmaları, köyün tanıtılma şeklini görünce biz neden kendi köyümüz için bunu yapmıyoruz diye düşünüyor, Ancak Cumalıkızık’ta bir şey dikkatini çekiyor herkesin bireysel hareket ettiği ve bu yüzden de fazla bir ilerleme kaydedemediklerini..
Bunun üzerine köyün kadınlarıyla bir dernek kurmak için paçaları sıvıyor. Derneğin amacı köyün kalkınmasını tanınmasını sağlamak, köylü kadınlara iş imkanı sağlamak ve  ihtiyacı olanlara yardım etmek. Dernek kurucusu olarak dernekte istediği kadınları ikna edebilmek için önce kocalarını arıyor onları teker teker ikna etmesi gerekiyor. Sonrasında dernek kurmak için bir adrese ihtiyacı olduğundan gözüne köyde boş duran bir arsa kestiriyor. Muhtardan gidip bunu kullanabilmek için izin istiyor. Muhtar önce evet diyor sonra uzun süre ses çıkmıyor peşinden gelen cevap hayır. Teker teker tüm muhtar heyetini arayıp ikna ediyor.
İş alınan arsanın düzleştirilmesi için belediyeden iş makinesi istenmesine geliyor. Belediyeden gelen cevap veremeyiz. Sen misin bunu diyen sizin işiniz bizlere yardım etmek değil mi deyip bir şekilde onları ikna ediyor. Aynı şekilde ilk inşaat için gerekli keresteleri hallediyor. Kadınları bir araya toplayıp derneği anlatması da bir alem. Bu kadınları bir araya toplamanın yolu eğlence deyip onları hıdrellezde bir eğlence için bir araya toplayıp herkesi derneğe katılmak için ikna ediyor. Sonraki bir kaç yıl kadınların ürünlerini kurdukları stantlarda satmasıyla geçiyor. Kendilerine bir yer yapma durumlarını doğduğunda 70 kadın mikro kredi çekiyor. Bu arada başkan herkesin kendi yaptığı reçel salça gibi ürünlerdeki kalite farklılıklarından memnun olmadığından tüm imalatı binanın içine topluyor ki tek kalite çıkabilsin.




Bugün dernekte hepsi aynı köyden 110 kadınlar.  730 metrekare pırıl pırıl bal dök yala bir yerleri var. Yılda yaklaşık 20 ton domatesten salça yapıyorlar, her hafta 2 çuval tarhana, 2 çuval erişte ve silor yapılıyor. Yıllık reçel imalatları 10.000 kavanoz civarında.




 
 INANC BULAŞICI.. Tüm bunların hepsi Şermin hanımın inancıyla olmuş. Tek bir kişinin inancı yoktan var etmeyi yaratmış. Bir kişinin kendine ve diğer köylü kadınlara inancı onların da kendilerine inanmalarını sağlamış. Mesela pamuk abla...Ben ona pamuk abla adını taktım çünkü hayatımda bu kadar güler yüzlü insana az rastladım. Küçük bir çocuk gibi bütün müşteri kalabalığının arasında gidip gelip bana hikayelerini anlatıyordu. Hiçbir şey bilmeden başkan kasaya geç dedi diye nasıl kasaya geçtiğini, hepsinin İngilizce kursu alma maceralarını...
“Herkesin bir problemi olabilir evinizde eğer probleminiz varsa ya evden çıkmayın ya da mutfaktan .. Biz burada misafir ağırlıyoruz..”
Bu söz bile olaylara bakış açılarını anlamak için yeterli bence. 






Eğer yolunuz Bursa'ya düşerse- ya da özellikle düşürün- mutlaka oraya gidip şahane köy kahvaltısından yiyin onların misafirperverlikleriyle tanışın çorbada sizin de tuzunuz olsun.. Benden de selam söyleyin...

11 Mart 2014 Salı

TRANSİLVANYA




Transilvanya Bükreş'ten sonra Romanya seyahatimizin ikinci bölümü.
  
Transilvanya seyahatinden aklımdan kalanları birkaç kelimeyle ifade etmek istesem, dağlar, doğa, köyler, ortaçağ ve kaleler derdim. Bir de Drakula tabii.
İnanılmaz bir doğanın içinden geçerek yol yaptık. Bükreş’ten yola çıkıp Sinai’den Timişoara’ya kadar arabayla gittik. Her gün en fazla 3-4 saat araba kullanarak 5 ayrı şehirde kaldık.
Transilvanya’ya adım attığım andan itibaren bir çeşit zaman tüneline girmiş gibi oldum. Binalarıyla, kaleleri ile,  şatolarıyla ortaçağa ışınlanmış gibi. Adım başı bir kale ya da şato var. Bu bölgede yaklaşık 100 kale ve 70 tane de kale şeklinde inşa edilmiş kilise bulunmaktaymış.
Transilvanya kelimesinin anlamı ormanın, ağaçlık alanın öteki yanında şeklindeymiş.
Transilvanya deyince akla gelen bir diğer şey Karpatlar, başka bir deyişle Transilvanya Alpleri. Dağ yürüyüşü, tırmanma gibi - ve tabii ki kayak- sporları yapmayı sevenler için bir cennet. 









Bir taraftan inanılmaz sempatik ve rengârenk Romen köylerinin içinden geçtik diğer taraftan da bu köylerin tam dibinde komünist dönemde yapılmış gri bloklar halinde fabrikaları ve binaları gördük.
Yani anlayacağınız Transilvanya- aslında genelde gezebildiğim kadarı ile Romanya’nın durumu biraz  ortaya karışık şeklinde. Belki de kendi adıma Romanya’yı seyahat etmek adına bu kadar ilginç kılan nedenlerden biri bu durum.
Gezdiğim şehirlerin her tarafından tarih fışkırıyordu. Yani bu şehirlerin herhangi birinde günler geçirmek mümkün. Benim için bu seyahatte gördüklerim kadar, yol önemli olduğundan seyahatimin dengesini şeklini yolun kendisi belirledi.
Kendi adıma bu yolculuğun bir diğer ilginç tarafı, kalmayı planladığımız tüm yerleri elimizle koymuş gibi bulmamız oldu. Arabayı kullanan kişi arkadaşımdı bense co-pilotluk yapıyordum. Beni bilenler bilir yön duygum fenadır, İstanbul’da sürekli kaybolurum. İçimden sağa gitmek gelirse tam ters yöne gitmem gerekir. Ama seyahatlerde içime bir navigatör kaçıyor herhalde. Buradan sağa dönelim buradan sola deyip, tek yön sokaklarda, sokak tabelalarının olmadığı yerlerde beş dakikada kendimizi gitmek istediğimiz yerlerin tam önüne gelmiş üstüne üstlük arabayı da tam önüne park edebilmiş şeklinde bulmak çok eğlenceliydi.
SİNAİA
Bükreş’ten yola çıktığımızda ilk durağımız Sinaia. Bükreş Sinaia arası 120 km. Yaklaşık 1,5 – 2 saatte Sinania’ya vardık.
Sinaia'nın hikâyesine gelince: Romen bir asilzade 1695 yılında İsrail’e seyahatinden sonra bu bölge Sinaia manastırını kurar. Kral 1. Carol’un yazlık sarayı Peleş Castle ile birlikte  bu bölge çok canlanır. Bölgede villalar, oteller inşa edilir. O dönemde bölge Romen asilzadelerin tatil yeri haline dönüşür. Bugün hala o villaları görmek ve otele dönüştürülmüş villalarda kalmak mümkün. Sinaia’daki Bucegi dağlarında yazın yürüyüş, kışın kayak, tırmanma ve bisiklet sporları yapılabiliyor. Ayrıca 2000 metreye kadar çıkan bir teleferik var. 





Sinaia Manastırı: Bu manastır yaklaşık 20 keşişe ev sahipliği yapmaktaymış. Manastırın içindeki Ortodoks kilisesi görmeye değer. Dağlara doğru bir geçit ile 1695 yılında yapılmış olan ilk kiliseye ulaşmak mümkün. Keşişler bu bölgedeki dağlarda 14. yüzyıldan itibaren yaşamaya başlamışlar ancak manastırın yapılması 17. yüzyılı bulmuş.
Peleş Castle: Carol 1’in yazlık sarayı. Yapımı yaklaşık 40 yıl sürmüş. İnanılmaz süslü, görkemli ve gösterişli ve kesinlikle görmeye değer. Sadece bahçesini gezmek bile başlı başına bir olay. Merkezi ısıtma ve elektriğin kullanıldığı Avrupa’daki ilk kale. Çavusesku döneminde saray yabancı devlet adamlarını ağırlamak üzere kullanılmış.
Gidecek olanlara tavsiyem sarayı gezmek için mutlaka rehberli turlara katılmaları. Saraya varır varmaz rehberli turlarla ilgili biletinizi almanızda fayda var. Turlar çok çabuk doluyor. Gittiğiniz zaman bir saat sonraki tura bilet bulma şansınız yüksek, o sırada da muhteşem bahçenin tadını çıkartırsınız. Bir de sarayı gezebilmeniz için bir kaç çeşit tur tipi var, bence bütününü görmek gerek.











Pelişor Palace: Peleş Castle’ın yaklaşık 100 mt. yukarısında Carol 1 tarafında yeğeni- ve gelecekteki kral Ferdinand ve Marie için yaptırılmış. Marie’nin Kral 1. Carol’dan da Peleş Castle’dan da nefret ettiği ve bu yüzden Pelişor Palace'ı tamamen farklı dekore ettirdiği geçmişten bugüne gelen tarih dedikodularının arasında...
Peleş Castle ve Pelişor Castle’ın arasındaki bahçede bir kafe var. Arkadaşımla orada oturduk. Mart sonu ve hafta içi  olduğundan fazla turist yoktu. Kafenin bahçesinde gitar çalan biri vardı. Biraz sohbetten sonra bizim Türk olduğumuzu öğrenince hayatımda duymadığım aşağıda sözlerini yazdığım şarkıyı söyledi bize. İnanılmaz eğlendik tabii…

Dora Dora Dora
Aya baktım ay ayaz
Kıza baktım kız beyaz
Cebe baktım para az
Bu kız  bana yaramaz
Dora Dora Dora
Bu şarkıyı döndüğümde internette araştırdım anonim türkü olarak çıktı karşıma. Oralara kadar nasıl ulaştı, hiç Türkçe bilmeyen birinin bildiği tek Türkçe şarkı haline nasıl geldi orası muamma...






BRAŞOV
Bükreş’ten sonra konaklamak adına ilk durağımız Braşov. O bölgede gitmek istediğimiz her yere yakın bir merkez.
Tampa dağının eteklerindeki şehir Braşov, eski ve orijinal yüzünü olduğu haliyle koruyabilmiş şehirlerden, bu manada da çok çekici. Etrafı tepeler ve dağlarla çevrili. Saksonlar tarafından kurulmuş ve süslü kiliseler ve evler, kasabayı çevreleyen güçlü duvarlar sayesinde bugüne kadar korunmuş. Şehir 1950- 1960 yılları arasında Stalin şehri anlamına gelen Oraşul Stalin adını almış. Çavuşesku’ya karşı  büyük başkaldırı ve ayaklanmaların bir tanesi de yine Braşov’da gerçekleşmiş. 




Piata Stafului: Braşov’un en önemli merkezlerinden biri. Eski meclis binası - old town hall-  şu anda tarih müzesine ev sahipliği yapmakta. Meydanın bir diğer köşesinde ise meşhur siyah kilise bulunuyor.
Meclis binasının tepesinde trompetçi kulesi adı verilen bir kule var. Bu kule etraftan gelen tehlikelere karşı gözetleme kulesi olarak kullanılmış. Kulede işkencelerin yapıldığı, ve cadı avı sonucunda Avrupa’daki en son cadı yakılmasının bu kulenin önündeki meydanda gerçekleştiği anlatılan hikayelerin arasında.

Black Church: 14 ve 15. yüzyılları arasında daha önce Moğollar tarafından yıkılmış olan başka bir kilisenin kalıntılarının üzerine kurulmuş. İstanbul ve Viyana arasında yer alan bölgedeki  en büyük Gotik kilise olarak biliniyor. Kilise; siyah kilise  ismini 1689 yılında bütün şehri yerle bir eden yangından sonra, siyah isle kaplı duvarlarından dolayı  almış. Kilisenin içindeki org, Avrupa’daki en büyük orglardan biriymiş. Kilisenin çanı ise söylenenlere göre Romanya’daki en büyük çanmış. Bunun dışında Kilisede Avrupa’nın en büyük Anadolu halı koleksiyonu mevcut. Kilisenin gerçekten çok etkileyici olduğunu itiraf etmem lazım.

Braşov'a gitmişken meydanda kahve keyfi yapmayı ve meydanın tam karşısındaki kitapçıya uğramayı ihmal etmeyin. Günün yorgunluğunu atmak ve ıvır zıvır satın almak için müthiş bir mekan.

 Bran Castle ; Vlad Tepeş gerçekten burada yaşadı mı  - Drakula bağlantısı
Braşov'a çok yakın mesafede bulunan Bran Castle Drakula'nın ya da Vlad Tepeş'in kalesi olarak bilinmesiyle ünlü. Kazıklı Voyvoda olarak bilinen Vlad Tepeş'in burada yaşadığına dair gerçekte hiç bir bilgi yok. Sadece Türklerden kaçarken burada birkaç gün kaldığı varsayılıyor.
(Kale bütün bu hikayelerden çok daha fazlasını içermekte ve kesinlikle görmeye değer. Tepenin aşağısında geleneksel Romanya köylülerinin yapılarının-kulübe, ahır vb. - sergilendiği bir açık alan var.

Drakula ve Vlad Tepeş bağlantısı Bram Stoker'ın Drakula kitabından kaynaklanıyor. Stoker  kitabı yazarken Vlad Tepeş'ten esinlenmiş. III. Vlad’ın (bizim deyişimizle Kazıklı Voyvoda) babası olan II. Vlad Dracul, gençlik yıllarında The Order of the Dragon adlı, Doğu Avrupa’yı ve Kutsal Roma İmparatorluğu’nu, Osmanlı İmparatorluğu’nun baskılarından korumak olan birliğe katılmış.  Dracul ismi ona Wallachia halkı tarafından acımasız ve yiğit bir şövalye olmasından ötürü duyulan saygı ve korku ifadesi olarak verilmiş. Modern Romence’de ‘drac’ kelimesi ‘iblis’ ya da ‘şeytan’ anlamına gelirken, Latincede ‘Draco’ kelimesi de ‘dragon’, yani ejderha anlamına gelmekteymiş.
Stoker'ın kitabıyla Kazıklı Voyvoda arasındaki benzerlikler bununla sınırlı kalmıyor tabii. Liste uzun. Ancak Bran kalesi vesilesi ile Kazıklı Voyvoda'nın hayatını öğrenmek ilginç bir deneyim oldu. 






SİGHİŞOARA

Braşov'dan sonraki durağımız Sigişoara. Sigişoara taşlı sokakları, sıra sıra evleri, daracık merdivenleri ve kiliseleri ile tam bir ortaçağ kale şehri. 12. Yüzyılda Transilvanya'lı Saksonlar tarafından kurulmuş. Unesco World Heritage listesinde. Çok iyi korunmuş ve içinde halen yaşam var. Şehir iki bölümden oluşuyor; üst tarafa kurulmuş citadel ve nehrin etrafına kurulmuş aşağı şehir.  Citadelin içinde yer alan evler genel olarak o dönemde zanaatkârların yaşadıkları yerler. Burası aynı zamanda Vlad Tepeş'in doğum yeri.
Sigişoara özellikle de eski şehir, o kadar ortaçağ görüntüsündeki, şehrin bana verdiği ilk duygu ürperme şeklinde oldu. Biz Sigişoara'ya ancak akşam 9 gibi varabildik ve otel rezervasyonumuz yoktu. Kalenin içine belli bir saatten sonra giriş yasakmış, mecburen kendimize kalenin dışında bir otel bulduk ve kalenin içindeki bölgeyi gezinmeye çıktık. İn cin top oynuyor. İngilizce de bir laf vardır creepy diye. Sokakları dolaşıyoruz, film seti duygusunda, her an bir köşeden Ortaçağ'dan fırlama bir asker çıkacak gibiydi sanki. Belki bizim gittiğimiz sezon belki de hafta içi olmasından dolayı gündüz vakti cıvıl cıvıl olan şehirde akşam yaşam yoktu. Sanki herkes aynı anda oteline girmiş ve akşam  dışarı çıkmıyor gibiydi. Belki de bizim orada kaldığımız 2 akşama özel bir şeydir kim bilir.
Sigişoara 'da başlıca  görülmesi gereken yerler:
Citadel; iç kale. Yüzlerce yıl boyunca Sigişoara askeri ve politik önemini korumuş bir şehir. Citadel'in içinde yalnızca altın ustalarının terzilerin kalaycıların ve marangozların işyerlerinin olmasına izin verilirmiş. Citadel meydanı yaşam merkeziymiş. Sokak pazarları, cadıların yargılanmaları ya da halk önünde infazlar hep bu meydanda olurmuş.

The Clock Tower- saat kulesi: 14. Yüzyılın ikinci yarısında inşa edilmiş. Saat , barış , adalet, yargı, gündüz gece gibi değişik kavramları temsil eden sembollerle bezeli.

Ve tabii kiliseler...




SİBİU
Sigişoara'dan sonraki durağımız Sibiu. İtiraf etmeliyim ki tam anlamıyla âşık oldum. İnanılmaz büyük bir meydan, meydanın etrafında iğne oyası gibi işlenmiş binalar oteller kafeler. Avrupa kültür başkenti.
Meydanın tam göbeğinde, eski saray gibi dekore edilmiş bir otelde kaldık.
Sibiu Transilvanya'lı Saksonlar tarafından inşa edilen yedi kale şehirden en büyük ve en zengin olanı. Braşov ve Sigişoara gibi burada da Alman etkisini açıkça hissedebiliyorsunuz.
Bugün de Sibiu Transilvanya bölgesinin en önemli şehirlerinden biri. Uluslararası havaalanı var. Yani Sibiu'ya uçup Transilvanya'da seyahatinize buradan başlamak da mümkün.
Sibiu yürüyerek çok rahat gezebileceğiniz bir şehir. Şehri, neredeyse görülecek bütün tarihi binaları içine barındıran üst şehir ve rengarenk evleri, taşlı sokakları ve kale duvarlarıyla alt şehir olarak ayırmak mümkün.  Üst şehir ticaretin sürdüğü şehrin zengin bölümüyken alt şehir daha çok imalatın yer aldığı bölümmüş. Eski şehir için meydanlar şehri demek de mümkün çünkü daracık sokaklarla, avlularla birbirine bağlanan meydanlara dolu.
Meydanlar: Eski şehirde birbiriyle içine geçmiş üç tane meydan var.
Great Square; büyük meydan Roman Katolik kilisesinin ve Brukenthal Sarayı’nın olduğu meydan. Bu meydan şahane şehir manzaralarını görebildiğiniz küçük meydana bağlanıyor. Üçüncü meydan Huet Square'de ise evanjelist katedral var.







Piata Mare - büyük meydan yüzyıllarca halk buluşmalarına ve halka açık infazlara sahne olmuş. UNESCO tarafından korunulması gereken mimari eser kapsamına alınmış.
Romen Katolik kilisesi; Bu barok bina 1700 lü yılların başında inşa edilmiş. Altın işlemeli duvarları ve fresklerle kapanmış tavanları var.
Turnul Sfatului - council tower: Burası zaman içinde buğday ambarı, yangın kulesi, geçici hapishane ve botanik müzesi olarak kullanılmış. Tepesinden şehrin manzarasını görmek mümkün.
Brukenthal Palace - Palatul Brukental: Şu anda müze şeklinde kullanılıyor. Ülkedeki en eski ve en güzel sanat koleksiyonlarından biri. Binanın kendisi de çok ihtişamlı. 















DEVA
Deva ile ilgili anlatacaklarım tarihinden çok orada geçirdiğimiz zamanla ilgili. Ben Deva diye bir yerin varlığını, ismini hiç duymamıştım. Sigişoara’dan sonraki durağımız olan Timişoara'ya çok uzun saat araba kullanmamız gerekeceğinden başka bir şehirde mola verelim dedik.
Deva tam bir komünist şehri görüntüsünde. Kocaman meydanları ve her biri 4 şerit gidiş 4 şerit dönüş olmak üzere şehrin içinde yolları var ama şehrin içinde in cin top oynuyor. Neredeyse sayılı araba geçiyor.
Biz Deva'ya vardığımızda Paskalya zamanıydı. Lonely Planet'tan, pansiyon işleten ancak tek kelime İngilizce bilmeyen bir ailenin evinde oda bulduk ve hadi hayırlısı diyerek yola koyulduk, bakalım nasıl anlaşacağız diye. Müthiş bir deneyim olduğunu itiraf etmem gerek. Yaşlı bir karı koca evlerine bahçede ek yapmışlar odaları pansiyon diye kiralıyorlar. El kol hareketleriyle anlaşmayı becerdik tabii ki.
Biz gittiğimizde Paskalya hazırlıkları yapılıyordu, renkli yumurtalar vs. Ben soğan kabuğuyla yumurta haşlandığında, yumurtaların renginin değiştiğini bilirim. Biz gittiğimizde yumurtaların üzerine bahçeden topladıkları değişik yaprakları koyup onları kadın çorabına yerleştirip bağlama işini yapıyorlardı. Sonra o yumurtaları soğan kabuğuyla kaynattılar; sonuç; her bir yumurta kabuğunun üzerinde değişik yaprak desenleri. 




Evlerinde kaldığımız aile dindar bir aileydi. Biz ortadayken paskalya için Fransa'dan Romanya'nın başka taraflarından çiftin çocukları ve torunları geldi. Ertesi sabahı görmeliydiniz. Tam bir curcuna. Bizi bayram sabahı kahvaltılarına davet ettiler. Bahçenin her tarafına çocuklar için hediyeler saklanmış, ortalıkta paskalya niyetine tavşanlar var. Bir insanın hayatında ender rastlayabileceği deneyimlerden birini yaşadık. Deva' da olduğumuz sürede tarihi bir yeri gezmekten çok yerel şehri yaşadık. Teleferikle şehrin tepesine çıktık.
Komünist dönemde Deva inşa edilirken hayal edilen bugün gördüğümüz Deva değildi herhalde. Sonuçta son derece sempatik bir şehir ama sanki giysisi üstüne uymuyor gibiydi.
HUNEDOARA
Romanya’daki en komünist görünümlü şehirlerden biri. Çelik atölyelerinin iskeletleri ve gri blok apartmanlarla dolu. Ancak burası aynı zamanda Avrupa’nın en güzel ortaçağ kalelerinden birine de ev sahipliği yapıyor. Gothic Corvin Castle. Eğer yolunuz düşerse 14. yüzyıldan kalma bu kaleyi mutlaka ziyaret edin.
TİMİŞOARA
Romanya'da son durağımız. Seyahati burada sonlandırmamızın nedeni oradan Floransa'ya uçacak olmamız.
Timişoara ülkenin en büyük şehirlerinden. Ayrıca Macar nüfusun en yoğun olduğu şehirlerden biri. Bu şehirde ilkler çok. Avrupa'da ilk sokakların elektrikle aydınlatıldığı şehir, Romanya'daki ilk atlı tramvay bu şehirde... Timişoara’ya küçük Viyana diyorlar. Sanat meraklıları için inanılmaz bir şehir çünkü her an konserler, gösteriler, sergiler var. Ayrıca çok yeşil, çiçekler şehri diye adlandırılıyor.
Timişoara için; Çavusesku için sonu başlatan şehir diyorlar. Buradaki protestolar bastırılamamış ve hareket Bükreş'e sıçramış.
Timişoara çok keyifli bir şehir. Sayısız çiçek fotoğrafı çektim.
Victory Square-Piata Victoriei, Opera Square-Piata Operei- Loga Boulevard ve Union Square- Piata Uniri- görülmesi gereken meydanlar. Bu meydanlarda Romen Ortodoks, Romen  Katolik ve Sırp Ortodoks katedrallerini görmek mümkün.  Ayrıca mutlaka Baroque Palace'ı görün -Palatul Vechii Prefecturi- .











 Seyahatin sonu:
Şahane bir seyahatinin bir bölümünün sonuna gelmiş olarak Floransa'ya uçmak üzere havaalanına geldik. Gümrükte pasaport kontrolündeyiz. Ben öndeyim,arkadaşım da arkada sıranın ona gelmesini bekliyor.
Onun gözünden sahne: Esra'nın gümrük memuru ile işlemi uzadıkça uzuyor. Ne oldu acaba, pasaportundaki vizelerden birine mi takıldılar acaba. Bayan memur başka bir memuru yanına çağırdı iş uzayacak galiba. Romanya'daki gümrük memurları zaten hiç gülümsemez ve son derece serttirler.
Benim yaşadıklarım;
- Türksünüz.
- Evet.
- Biz burada Türk dizilerini çok seviyoruz.
- Çok güzeller zaten tüm Doğu Avrupa ve Arap ülkelerinde çok popüler oldular.
- Asi diye bir dizi var.
- Biliyorum tabii.
- Orada Demir var çok yakışıklı.
- Haklısınız, bizde de çok beğeniliyor.
Birazdan diğer memuru çağırıp sohbete dahil eder, o da yetmez yerinden kalkar gider cep telefonunu getirir ve cep telefonundan televizyondan çektiği Demir fotoğrafını gösterir. Bu arada arkadaki pasaport kuyruğundan bahsetmiyorum bile.
Romanya seyahati benim için hayatta yapmak aklıma gelmeyeceği ama iyi ki de yapmışım dediğim bir seyahat