Transilvanya Bükreş'ten sonra Romanya seyahatimizin ikinci bölümü.
Transilvanya seyahatinden aklımdan
kalanları birkaç kelimeyle ifade etmek istesem, dağlar, doğa, köyler, ortaçağ
ve kaleler derdim. Bir de Drakula tabii.
İnanılmaz bir doğanın içinden geçerek yol yaptık.
Bükreş’ten yola çıkıp Sinai’den Timişoara’ya kadar arabayla gittik. Her gün en
fazla 3-4 saat araba kullanarak 5 ayrı şehirde kaldık.
Transilvanya’ya adım attığım andan
itibaren bir çeşit zaman tüneline girmiş gibi oldum. Binalarıyla, kaleleri ile,
şatolarıyla ortaçağa ışınlanmış gibi.
Adım başı bir kale ya da şato var. Bu bölgede yaklaşık 100 kale ve 70 tane de
kale şeklinde inşa edilmiş kilise bulunmaktaymış.
Transilvanya kelimesinin anlamı ormanın,
ağaçlık alanın öteki yanında şeklindeymiş.
Transilvanya deyince akla gelen bir diğer
şey Karpatlar, başka bir deyişle Transilvanya Alpleri. Dağ yürüyüşü, tırmanma
gibi - ve tabii ki kayak- sporları yapmayı sevenler için bir cennet.
Bir taraftan inanılmaz sempatik ve rengârenk
Romen köylerinin içinden geçtik diğer taraftan da bu köylerin tam dibinde
komünist dönemde yapılmış gri bloklar halinde fabrikaları ve binaları gördük.
Yani anlayacağınız Transilvanya- aslında
genelde gezebildiğim kadarı ile Romanya’nın durumu biraz ortaya karışık
şeklinde. Belki de kendi adıma Romanya’yı seyahat etmek adına bu kadar ilginç
kılan nedenlerden biri bu durum.
Gezdiğim şehirlerin her tarafından tarih
fışkırıyordu. Yani bu şehirlerin herhangi birinde günler geçirmek mümkün. Benim
için bu seyahatte gördüklerim kadar, yol önemli olduğundan seyahatimin
dengesini şeklini yolun kendisi belirledi.
Kendi adıma bu yolculuğun bir diğer ilginç
tarafı, kalmayı planladığımız tüm yerleri elimizle koymuş gibi bulmamız oldu.
Arabayı kullanan kişi arkadaşımdı bense co-pilotluk yapıyordum. Beni bilenler
bilir yön duygum fenadır, İstanbul’da sürekli kaybolurum. İçimden sağa gitmek
gelirse tam ters yöne gitmem gerekir. Ama seyahatlerde içime bir navigatör
kaçıyor herhalde. Buradan sağa dönelim buradan sola deyip, tek yön sokaklarda,
sokak tabelalarının olmadığı yerlerde beş dakikada kendimizi gitmek istediğimiz
yerlerin tam önüne gelmiş üstüne üstlük arabayı da tam önüne park edebilmiş
şeklinde bulmak çok eğlenceliydi.
SİNAİA
Bükreş’ten yola çıktığımızda ilk durağımız
Sinaia. Bükreş Sinaia arası 120
km. Yaklaşık 1,5 – 2 saatte Sinania’ya vardık.
Sinaia'nın hikâyesine gelince: Romen bir
asilzade 1695 yılında İsrail’e seyahatinden sonra bu bölge Sinaia manastırını
kurar. Kral 1. Carol’un yazlık sarayı Peleş Castle ile birlikte bu bölge
çok canlanır. Bölgede villalar, oteller inşa edilir. O dönemde bölge Romen
asilzadelerin tatil yeri haline dönüşür. Bugün hala o villaları görmek ve otele
dönüştürülmüş villalarda kalmak mümkün. Sinaia’daki Bucegi dağlarında yazın
yürüyüş, kışın kayak, tırmanma ve bisiklet sporları yapılabiliyor. Ayrıca 2000
metreye kadar çıkan bir teleferik var.
Sinaia Manastırı: Bu manastır yaklaşık 20 keşişe ev sahipliği yapmaktaymış. Manastırın
içindeki Ortodoks kilisesi görmeye değer. Dağlara doğru bir geçit ile 1695
yılında yapılmış olan ilk kiliseye ulaşmak mümkün. Keşişler bu bölgedeki
dağlarda 14. yüzyıldan itibaren yaşamaya başlamışlar ancak manastırın yapılması
17. yüzyılı bulmuş.
Peleş Castle: Carol
1’in yazlık sarayı. Yapımı yaklaşık 40 yıl sürmüş. İnanılmaz süslü, görkemli ve
gösterişli ve kesinlikle görmeye değer. Sadece bahçesini gezmek bile başlı
başına bir olay. Merkezi ısıtma ve elektriğin kullanıldığı Avrupa’daki ilk kale.
Çavusesku döneminde saray yabancı devlet adamlarını ağırlamak üzere
kullanılmış.
Gidecek olanlara tavsiyem sarayı gezmek
için mutlaka rehberli turlara katılmaları. Saraya varır varmaz rehberli turlarla
ilgili biletinizi almanızda fayda var. Turlar çok çabuk doluyor. Gittiğiniz
zaman bir saat sonraki tura bilet bulma şansınız yüksek, o sırada da muhteşem
bahçenin tadını çıkartırsınız. Bir de sarayı gezebilmeniz için bir kaç çeşit
tur tipi var, bence bütününü görmek gerek.
Pelişor Palace: Peleş Castle’ın
yaklaşık 100 mt. yukarısında Carol 1 tarafında yeğeni- ve gelecekteki kral
Ferdinand ve Marie için yaptırılmış. Marie’nin Kral 1. Carol’dan da Peleş
Castle’dan da nefret ettiği ve bu yüzden Pelişor Palace'ı tamamen farklı dekore
ettirdiği geçmişten bugüne gelen tarih dedikodularının arasında...
Peleş Castle ve Pelişor Castle’ın
arasındaki bahçede bir kafe var. Arkadaşımla orada oturduk. Mart sonu ve hafta
içi olduğundan fazla turist yoktu.
Kafenin bahçesinde gitar çalan biri vardı. Biraz sohbetten sonra bizim Türk
olduğumuzu öğrenince hayatımda duymadığım aşağıda sözlerini yazdığım şarkıyı
söyledi bize. İnanılmaz eğlendik tabii…
Dora Dora Dora
Aya baktım ay ayaz
Kıza baktım kız beyaz
Cebe baktım para az
Bu kız bana yaramaz
Dora Dora Dora
Bu şarkıyı döndüğümde internette
araştırdım anonim türkü olarak çıktı karşıma. Oralara kadar nasıl ulaştı, hiç
Türkçe bilmeyen birinin bildiği tek Türkçe şarkı haline nasıl geldi orası
muamma...
BRAŞOV
Bükreş’ten sonra konaklamak adına ilk
durağımız Braşov. O bölgede gitmek istediğimiz her yere yakın bir merkez.
Tampa dağının eteklerindeki şehir Braşov,
eski ve orijinal yüzünü olduğu haliyle koruyabilmiş şehirlerden, bu manada da
çok çekici. Etrafı tepeler ve dağlarla çevrili. Saksonlar tarafından kurulmuş
ve süslü kiliseler ve evler, kasabayı çevreleyen güçlü duvarlar sayesinde
bugüne kadar korunmuş. Şehir 1950- 1960 yılları arasında Stalin şehri anlamına
gelen Oraşul Stalin adını almış. Çavuşesku’ya karşı büyük başkaldırı ve
ayaklanmaların bir tanesi de yine Braşov’da gerçekleşmiş.
Piata
Stafului: Braşov’un en önemli
merkezlerinden biri. Eski meclis binası - old town hall- şu anda tarih
müzesine ev sahipliği yapmakta. Meydanın bir diğer köşesinde ise meşhur siyah
kilise bulunuyor.
Meclis binasının tepesinde trompetçi
kulesi adı verilen bir kule var. Bu kule etraftan gelen tehlikelere karşı
gözetleme kulesi olarak kullanılmış. Kulede işkencelerin yapıldığı, ve cadı avı
sonucunda Avrupa’daki en son cadı yakılmasının bu kulenin önündeki meydanda
gerçekleştiği anlatılan hikayelerin arasında.
Black Church: 14
ve 15. yüzyılları arasında daha önce Moğollar tarafından yıkılmış olan başka
bir kilisenin kalıntılarının üzerine kurulmuş. İstanbul ve Viyana arasında yer
alan bölgedeki en büyük Gotik kilise olarak biliniyor. Kilise; siyah
kilise ismini 1689 yılında bütün şehri yerle bir eden yangından sonra,
siyah isle kaplı duvarlarından dolayı almış. Kilisenin içindeki org,
Avrupa’daki en büyük orglardan biriymiş. Kilisenin çanı ise söylenenlere göre
Romanya’daki en büyük çanmış. Bunun dışında Kilisede Avrupa’nın en büyük
Anadolu halı koleksiyonu mevcut. Kilisenin gerçekten çok etkileyici olduğunu
itiraf etmem lazım.
Braşov'a
gitmişken meydanda kahve keyfi yapmayı ve meydanın tam karşısındaki kitapçıya
uğramayı ihmal etmeyin. Günün yorgunluğunu atmak ve ıvır zıvır satın almak için
müthiş bir mekan.
Bran Castle ; Vlad Tepeş gerçekten burada
yaşadı mı - Drakula bağlantısı
Braşov'a çok
yakın mesafede bulunan Bran Castle Drakula'nın ya da Vlad Tepeş'in kalesi
olarak bilinmesiyle ünlü. Kazıklı Voyvoda olarak bilinen Vlad Tepeş'in burada
yaşadığına dair gerçekte hiç bir bilgi yok. Sadece Türklerden kaçarken burada
birkaç gün kaldığı varsayılıyor.
(Kale bütün bu
hikayelerden çok daha fazlasını içermekte ve kesinlikle görmeye değer. Tepenin
aşağısında geleneksel Romanya köylülerinin yapılarının-kulübe, ahır vb. - sergilendiği
bir açık alan var.
Drakula ve Vlad
Tepeş bağlantısı Bram Stoker'ın Drakula kitabından kaynaklanıyor. Stoker
kitabı yazarken Vlad Tepeş'ten esinlenmiş. III. Vlad’ın (bizim
deyişimizle Kazıklı Voyvoda) babası olan II. Vlad Dracul, gençlik yıllarında The
Order of the Dragon adlı, Doğu Avrupa’yı ve Kutsal Roma İmparatorluğu’nu,
Osmanlı İmparatorluğu’nun baskılarından korumak olan birliğe katılmış.
Dracul ismi ona Wallachia halkı tarafından acımasız ve yiğit bir şövalye
olmasından ötürü duyulan saygı ve korku ifadesi olarak verilmiş. Modern
Romence’de ‘drac’ kelimesi ‘iblis’ ya da ‘şeytan’ anlamına gelirken, Latincede
‘Draco’ kelimesi de ‘dragon’, yani ejderha anlamına gelmekteymiş.
Stoker'ın
kitabıyla Kazıklı Voyvoda arasındaki benzerlikler bununla sınırlı kalmıyor tabii.
Liste uzun. Ancak Bran kalesi vesilesi ile Kazıklı Voyvoda'nın hayatını
öğrenmek ilginç bir deneyim oldu.
SİGHİŞOARA
Braşov'dan
sonraki durağımız Sigişoara. Sigişoara taşlı sokakları, sıra sıra evleri,
daracık merdivenleri ve kiliseleri ile tam bir ortaçağ kale şehri. 12. Yüzyılda
Transilvanya'lı Saksonlar tarafından kurulmuş. Unesco World Heritage
listesinde. Çok iyi korunmuş ve içinde halen yaşam var. Şehir iki bölümden
oluşuyor; üst tarafa kurulmuş citadel ve nehrin etrafına kurulmuş aşağı şehir. Citadelin içinde yer alan evler genel olarak o
dönemde zanaatkârların yaşadıkları yerler. Burası aynı zamanda Vlad Tepeş'in
doğum yeri.
Sigişoara
özellikle de eski şehir, o kadar ortaçağ görüntüsündeki, şehrin bana verdiği
ilk duygu ürperme şeklinde oldu. Biz Sigişoara'ya ancak akşam 9 gibi varabildik
ve otel rezervasyonumuz yoktu. Kalenin içine belli bir saatten sonra giriş
yasakmış, mecburen kendimize kalenin dışında bir otel bulduk ve kalenin
içindeki bölgeyi gezinmeye çıktık. İn cin top oynuyor. İngilizce de bir laf
vardır creepy diye. Sokakları dolaşıyoruz, film seti duygusunda, her an bir
köşeden Ortaçağ'dan fırlama bir asker çıkacak gibiydi sanki. Belki bizim
gittiğimiz sezon belki de hafta içi olmasından dolayı gündüz vakti cıvıl cıvıl
olan şehirde akşam yaşam yoktu. Sanki herkes aynı anda oteline girmiş ve akşam
dışarı çıkmıyor gibiydi. Belki de bizim orada kaldığımız 2 akşama özel
bir şeydir kim bilir.
Sigişoara 'da
başlıca görülmesi gereken yerler:
Citadel; iç kale. Yüzlerce yıl boyunca Sigişoara askeri ve
politik önemini korumuş bir şehir. Citadel'in içinde yalnızca altın ustalarının
terzilerin kalaycıların ve marangozların işyerlerinin olmasına izin verilirmiş.
Citadel meydanı yaşam merkeziymiş. Sokak pazarları, cadıların yargılanmaları ya
da halk önünde infazlar hep bu meydanda olurmuş.
The Clock Tower- saat kulesi: 14. Yüzyılın ikinci yarısında inşa edilmiş. Saat , barış ,
adalet, yargı, gündüz gece gibi değişik kavramları temsil eden sembollerle
bezeli.
Ve tabii kiliseler...
SİBİU
Sigişoara'dan
sonraki durağımız Sibiu. İtiraf etmeliyim ki tam anlamıyla âşık oldum. İnanılmaz
büyük bir meydan, meydanın etrafında iğne oyası gibi işlenmiş binalar oteller
kafeler. Avrupa kültür başkenti.
Meydanın tam
göbeğinde, eski saray gibi dekore edilmiş bir otelde kaldık.
Sibiu
Transilvanya'lı Saksonlar tarafından inşa edilen yedi kale şehirden en büyük ve
en zengin olanı. Braşov ve Sigişoara gibi burada da Alman etkisini açıkça
hissedebiliyorsunuz.
Bugün de Sibiu
Transilvanya bölgesinin en önemli şehirlerinden biri. Uluslararası havaalanı
var. Yani Sibiu'ya uçup Transilvanya'da seyahatinize buradan başlamak da
mümkün.
Sibiu yürüyerek
çok rahat gezebileceğiniz bir şehir. Şehri, neredeyse görülecek bütün tarihi
binaları içine barındıran üst şehir ve rengarenk evleri, taşlı sokakları ve
kale duvarlarıyla alt şehir olarak ayırmak mümkün. Üst şehir ticaretin
sürdüğü şehrin zengin bölümüyken alt şehir daha çok imalatın yer aldığı
bölümmüş. Eski şehir için meydanlar şehri demek de mümkün çünkü daracık
sokaklarla, avlularla birbirine bağlanan meydanlara dolu.
Meydanlar: Eski şehirde birbiriyle içine geçmiş üç tane meydan
var.
Great Square;
büyük meydan Roman Katolik kilisesinin ve Brukenthal Sarayı’nın olduğu meydan.
Bu meydan şahane şehir manzaralarını görebildiğiniz küçük meydana bağlanıyor.
Üçüncü meydan Huet Square'de ise evanjelist katedral var.
Piata Mare - büyük meydan yüzyıllarca halk buluşmalarına ve
halka açık infazlara sahne olmuş. UNESCO tarafından korunulması gereken mimari
eser kapsamına alınmış.
Romen Katolik kilisesi; Bu barok bina 1700 lü
yılların başında inşa edilmiş. Altın işlemeli duvarları ve fresklerle kapanmış
tavanları var.
Turnul Sfatului - council tower: Burası zaman içinde buğday
ambarı, yangın kulesi, geçici hapishane ve botanik müzesi olarak kullanılmış.
Tepesinden şehrin manzarasını görmek mümkün.
Brukenthal Palace - Palatul Brukental: Şu anda müze şeklinde
kullanılıyor. Ülkedeki en eski ve en güzel sanat koleksiyonlarından biri.
Binanın kendisi de çok ihtişamlı.
DEVA
Deva ile ilgili
anlatacaklarım tarihinden çok orada geçirdiğimiz zamanla ilgili. Ben Deva diye
bir yerin varlığını, ismini hiç duymamıştım. Sigişoara’dan sonraki durağımız
olan Timişoara'ya çok uzun saat araba kullanmamız gerekeceğinden başka bir
şehirde mola verelim dedik.
Deva tam bir
komünist şehri görüntüsünde. Kocaman meydanları ve her biri 4 şerit gidiş 4 şerit
dönüş olmak üzere şehrin içinde yolları var ama şehrin içinde in cin top
oynuyor. Neredeyse sayılı araba geçiyor.
Biz Deva'ya
vardığımızda Paskalya zamanıydı. Lonely Planet'tan, pansiyon işleten ancak tek
kelime İngilizce bilmeyen bir ailenin evinde oda bulduk ve hadi hayırlısı
diyerek yola koyulduk, bakalım nasıl anlaşacağız diye. Müthiş bir deneyim
olduğunu itiraf etmem gerek. Yaşlı bir karı koca evlerine bahçede ek yapmışlar
odaları pansiyon diye kiralıyorlar. El kol hareketleriyle anlaşmayı becerdik
tabii ki.
Biz gittiğimizde
Paskalya hazırlıkları yapılıyordu, renkli yumurtalar vs. Ben soğan kabuğuyla
yumurta haşlandığında, yumurtaların renginin değiştiğini bilirim. Biz
gittiğimizde yumurtaların üzerine bahçeden topladıkları değişik yaprakları
koyup onları kadın çorabına yerleştirip bağlama işini yapıyorlardı. Sonra o
yumurtaları soğan kabuğuyla kaynattılar; sonuç; her bir yumurta kabuğunun
üzerinde değişik yaprak desenleri.
Evlerinde
kaldığımız aile dindar bir aileydi. Biz ortadayken paskalya için Fransa'dan
Romanya'nın başka taraflarından çiftin çocukları ve torunları geldi. Ertesi
sabahı görmeliydiniz. Tam bir curcuna. Bizi bayram sabahı kahvaltılarına davet
ettiler. Bahçenin her tarafına çocuklar için hediyeler saklanmış, ortalıkta
paskalya niyetine tavşanlar var. Bir insanın hayatında ender rastlayabileceği
deneyimlerden birini yaşadık. Deva' da olduğumuz sürede tarihi bir yeri
gezmekten çok yerel şehri yaşadık. Teleferikle şehrin tepesine çıktık.
Komünist dönemde
Deva inşa edilirken hayal edilen bugün gördüğümüz Deva değildi herhalde.
Sonuçta son derece sempatik bir şehir ama sanki giysisi üstüne uymuyor gibiydi.
HUNEDOARA
Romanya’daki en
komünist görünümlü şehirlerden biri. Çelik atölyelerinin iskeletleri ve gri
blok apartmanlarla dolu. Ancak burası aynı zamanda Avrupa’nın en güzel ortaçağ
kalelerinden birine de ev sahipliği yapıyor. Gothic Corvin Castle. Eğer yolunuz düşerse 14. yüzyıldan kalma bu
kaleyi mutlaka ziyaret edin.
TİMİŞOARA
Romanya'da son
durağımız. Seyahati burada sonlandırmamızın nedeni oradan Floransa'ya uçacak
olmamız.
Timişoara ülkenin en büyük şehirlerinden. Ayrıca Macar nüfusun en yoğun olduğu
şehirlerden biri. Bu şehirde ilkler çok. Avrupa'da ilk sokakların elektrikle
aydınlatıldığı şehir, Romanya'daki ilk atlı tramvay bu şehirde... Timişoara’ya
küçük Viyana diyorlar. Sanat meraklıları için inanılmaz bir şehir çünkü her an
konserler, gösteriler, sergiler var. Ayrıca çok yeşil, çiçekler şehri diye
adlandırılıyor.
Timişoara için;
Çavusesku için sonu başlatan şehir diyorlar. Buradaki protestolar
bastırılamamış ve hareket Bükreş'e sıçramış.
Timişoara çok
keyifli bir şehir. Sayısız çiçek fotoğrafı çektim.
Victory
Square-Piata Victoriei, Opera Square-Piata Operei- Loga Boulevard ve Union
Square- Piata Uniri- görülmesi gereken meydanlar. Bu meydanlarda Romen Ortodoks,
Romen Katolik ve Sırp Ortodoks katedrallerini görmek mümkün. Ayrıca
mutlaka Baroque Palace'ı görün -Palatul Vechii Prefecturi- .
Seyahatin sonu:
Şahane bir
seyahatinin bir bölümünün sonuna gelmiş olarak Floransa'ya uçmak üzere
havaalanına geldik. Gümrükte pasaport kontrolündeyiz. Ben öndeyim,arkadaşım da
arkada sıranın ona gelmesini bekliyor.
Onun gözünden
sahne: Esra'nın gümrük memuru ile işlemi uzadıkça uzuyor. Ne oldu acaba,
pasaportundaki vizelerden birine mi takıldılar acaba. Bayan memur başka bir
memuru yanına çağırdı iş uzayacak galiba. Romanya'daki gümrük memurları zaten
hiç gülümsemez ve son derece serttirler.
Benim
yaşadıklarım;
- Türksünüz.
- Evet.
- Biz burada Türk dizilerini çok seviyoruz.
- Çok güzeller zaten tüm Doğu Avrupa ve Arap
ülkelerinde çok popüler oldular.
- Asi diye bir dizi var.
- Biliyorum tabii.
- Orada Demir var çok yakışıklı.
- Haklısınız, bizde de çok beğeniliyor.
Birazdan diğer
memuru çağırıp sohbete dahil eder, o da yetmez yerinden kalkar gider cep
telefonunu getirir ve cep telefonundan televizyondan çektiği Demir fotoğrafını
gösterir. Bu arada arkadaki pasaport kuyruğundan bahsetmiyorum bile.
Romanya seyahati benim için hayatta yapmak aklıma
gelmeyeceği ama iyi ki de yapmışım dediğim bir seyahat