2 Eylül 2014 Salı

Kısacık Zamanda Balkanlar... Bulgaristan, Makedonya, Yunanistan...






Turlar...

Bugüne kadar  yaklaşık her türde seyahat yaptım denebilir. Ancak itiraf etmeliyim turla seyahat etmek ilk tercihim olmaz, genelde yolculuğumu organize etmeyi, seyahatlerimde özgür olmayı severim. Özellikle kalabalık gruplarda oradan oraya sürüklenmek pek bana uymaz. Bir de sürekli bir program dahilinde olduğunuzdan kafanıza eseni yapmaya pek de fırsat  kalmaz. Ama yine de kulağım deliktir, araştırırım, önüme ilginç bir şey çıkarsa açıp bakarım.

Tura katılmayı seçtiğim koşullar genelde:

-          Küçük bir grupsa ve neredeyse kendim organize etmişçesine yapılmış bir organizasyonsa
-          - Benim zaten gitmek istediğim bir bölgede bana ucuz uçak ve otel sağlayıp sanki kendim gitmişim gibi kendi programımı organize etme imkânı sağlıyorsa
-          Kendi başıma gitmekte zorlanabileceğim belli noktalara beni götürüyorsa
-          Zamanım darsa ve büyük bir alanı kapsayacak bir seyahat yapmak istiyorsam
-          Turu organize eden kişinin o bölgeyi çok iyi bildiğine inanmışsam...


Bütün bu yukarıda anlattıklarıma rağmen genel seyahatlerimin içinde tur oranı genelde düşüktür.

Benim gibi seyahate çok düşkün bir arkadaşım 3 günlük bir turla otobüsle Bulgaristan Makedonya ve Yunanistan turuna gitti hem de çok makul bir fiyata. Döndüğü andan itibaren de başımın etini yemeğe başladı mutlaka gitmen gerek diye. Bende belki bakarız diye cevaplar veriyorum. Birkaç günde bir beni arıyor ne yaptın diye. Anlatıp duruyor, öyle şahane böyle güzel rehber süper... Eh boynum kıldan ince. Gitmek farz oldu, bu kadar ısrar ediyorsa vardır bir bildiği. Valla gideyim diye benden çok uğraştı, ne diyeyim Allah razı olsun ...

Turun süresi çok kısa. En büyük dezavantajı 3 günde yaklaşık 2200 km. yapıp 7-8 şehir geziyor olmak ve bir manada birkaç gün otobüste vakit geçirmeyi göze almak. Avantajı ise tek başıma görmeyeceğim, görmek için öncelik planım olmayan yerleri görmek ve çok hoşuma giden bayıldığım bir yer olursa o ülkeyi detaylı gezmeyi hiç hayal etmezken seyahat planlarımın içine almak.  Bir de özellikle gittiğim tur için söylüyorum, rehberimiz o bölgeye çok uzun süredir tur yaptığından ve benim gittiğim turu yaklaşık yirmi haftadır her hafta sonu yaptığından konuya ve bölgeye sular seller gibi hakimdi.


 www.yoldostlari.com.. Gittiğim tur organizasyonunun adı... Rehberimizin adı da İbrahim. Organizasyonun gerisindeki isim o..

Ben bu tip turları araştırırken ve karar verirken nelere bakıyorum?

Öncelikle hiç adını bilmediğim bir tur şirketi ise internete girip o firma hakkında biraz araştırma yapıyorum. Yapılmış şikâyetleri okuyorum, tabii bu konuda biraz da aklımı kullanıyorum. Şikâyetin neden kaynaklandığını, o konunun benim için öncelikli bir konu olup olmadığını anlamam gerekiyor.
Bir diğer konu verdikleri fiyatın neleri dahil ettiği. Mesela geçenlerde benzer bir tura telefon açıp detayları sorunca otobüs ve rehberlik ücreti diye ayrı bir ücret çıktı karşıma. Bu fiyat başlangıçta ucuz diye verdiği fiyatı katladı tabii. Bir de özellikle otobüs turlarında nelerin ekstra olup olmadığını bilmek gerek, mesela şehir turları. Şehir turları fiyata dahil değilse ve size gezecek yeterli zaman bırakmıyorsa biraz zorlayıcı olabiliyor. Turun hangi otelde konaklama yapacağına da bakarım; şehir merkezine ne kadar yakın, temiz mi diye. Yani tur seçmek kendin seyahat etmek gibi bir manada benim için, araştırma gerektiriyor.
Ancak bu sefer hiç araştırmadım denebilir, arkadaşıma güvendim bitti. Bu kadar başımın etini yediğine göre vardır bir bildiği diyerek. İyi ki de gitmişim. Tur süperdi. Üç günlük tur sanki bir hafta gibiydi. Çok yorucuydu, yani yeni bir tatil ihtiyacıyla döndüm ama değdi.

Tur...

Perşembe akşamı yola çıktık. Plan gece boyunca yolculuk yapıp sabah saatlerinde Sofya’ya varmak. Ben tura tek başıma katıldım, gelecek olan bir arkadaşım son anda iş seyahati nedeniyle gelemedi. Tur organizatörü ve rehber daha önceden giden arkadaşım sayesinde ismen tanıdık, geleceğimi biliyorlar, devamında da belki karşıma ilginç birileri çıkar güzel sohbetler olur, olmazsa da fark etmez, tur programı o kadar kalabalık ki, ancak görmeye ve gördüklerimi algılamaya vaktim var...

İlk gece yolculuk, gümrükte sistemlerin arızalanıp, geçebilmek için biraz beklememiz dışında olaysız geçti. Sabah ilk durağımız Sofya. Son 4 yıl içinde daha önce komünist rejimle yönetilmiş farklı ülkeleri gezme ve algıladıklarımla onları karşılaştırabilme imkânım olmuştu. Bu sefer listeye Bulgaristan da eklendi.

Açıklamak istediğimi anlatmanın tek yolu biraz karşılaştırma yapabilmek galiba. Romanya bugüne kadar gezdiğim ülkelerin içinde bana komünist rejimden çıkmış olma duygusunu en yoğun veren ülke oldu. Bütün bunun içinde liderlerin karakterlerinin ve o rejimi nasıl uyguladıklarının etkisi çok büyük tabii. Eski Yugoslavya’yı oluşturan ülkeleri gezdiğimde - Hırvatistan- Karabağ- Bosna ve şimdi Makedonya  -bu ülkelerin kendi karakteristiklerini koruyabildiğini gördüm, sistemin içinde bireyselliğe izin verilmiş. Üsküp’teki çarşı ile Saraybosna’daki çarşı, ya da Dubrovnik bunun en güzel örneklerinden, yok edilip gitmemiş. Bulgaristan’da ise nedense daha iç kapatıcı bir hava bekliyordum. Birazcık şaşırdım açıkçası. Ruh olarak beklediğimden daha aydınlık geldi bana, ama yine de şehre baktığınızda, şehri gezdiğinizde,  komünist bir düzenin içinden çıkmış olduğunu anlamak çok mümkün.







Sofya

Gelelim Sofya’ya... Sofya’da gördüklerimize... Gördüklerimizin hepsi belli bir bölgenin içinde olduğundan hepsini kısa bir sürede gezebilmek mümkün.




Bu tip turlarda eğer rehberiniz de iyiyse  ( ki bizimki çok iyiydi ) ve benim gibi anlatılmayanı da sorarak anlattıran kişilerdensiniz gezdiğiniz yerlerin tarihi hakkında kapsamlı bilgi edinmeniz mümkün. Genelde okuduğum tarih benim çok aklımda kalmaz, ama o tarihi bir bölgeyle, o bölgedeki insanlarla ya da yaşanmışlıklarla bağdaştırabilirsem o zaman hikâyeleri hatırlarım. Bir de zaten puzzle gibi. Gezdiğiniz her yer ve öğrendiğiniz her bilgi kafanızda o bölgelerle ilgili diğer bildiklerinize ekleniyor ve puzzle tamamlanıyor. Balkanlarla ilgili genel olarak hem bizim tarihimizden hem gezdiğim yerlerden hem de okuduklarımdan bir bilgim vardı ancak, olayın Bulgaristan kısmı, Osmanlı döneminde Bulgaristan, Bulgaristan’ın 1. ve 2. dünya savaşına katılma nedenleri, yaptıkları, bölgeyi ve yaşananları daha da iyi anlamamı sağladı.

Sofya'nın tarihi
M.Ö. 8.–7. yüzyıllarda Bu topraklarda Trak kabilesi yaşamış. Sonrasında ise bu topraklar Romalıların hâkimiyeti altına geçmiş. Serdika adı verilmiş. 6. yüzyılda, Justinianus zamanında, Serdika tekrar Doğu Roma İmparatorluğu'nun önemli şehri haline gelmiş. Bundan hemen sonra şehir, Balkan yarımadasına hücum eden Slavların akınlarına maruz kalmış ve tamamıyla Slavlaşmış. 9. yüzyılda Serdika Slav ismi olan Sredets ismini almış ve geniş alana yayılmış olan Orta Çağ Bulgar Devleti'nin önemli askerî, siyasî ve kültür merkezi haline gelmiş. Kent 1018'den, İkinci Bulgar İmparatorluğu'nun kurulduğu 1185'e değin Bizans egemenliği altında kalmış.
14. yüzyılda Bulgar Devleti'nin Osmanlı hâkimiyeti altına girmesiyle, Sofya da 1382'de Osmanlıların eline geçmiş ve Rumeli beylerbeyi buraya yerleşmiş. Sredets şehri, 13. yüzyılın sonlarından 19. yüzyıla kadar Osmanlı Devleti'nin egemenliği altında kalmış ve14. yüzyılın sonlarında şehir Sofya ismini almış.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşında, Rus orduları tarafından Osmanlı egemenliğinden kurtarılmış. Ve Sofya başkent ilan edilmiş.

Nereleri Görmeli...

Alexander Nevski Katedrali: Bulgaristan’ın Osmanlı’dan bağımsızlığın neden olan Osmanlı Rus harbinden sonra, Ruslara teşekkür mahiyetinde yapılmış. Balkanlardaki en büyük Ortodoks katedrali...






Rotunda Kilisesi: Sofya’daki en eski bina olarak kabul ediliyor. 4.yy’da Romalılar tarafından yapılmış. Etrafında Bizans döneminden kalma kalıntılar var.





Rus Kilisesi: Soğan kabuğu şeklinde, tipik Rus mimarisi. 1882’de yıkılan Saray Cami’nin üzerine inşa edilmiş.

Aya Sofya Kilisesi: Şehrin sembollerinden. İlk yapımı 6. Yüzyılda, 14. yy ’da bugünkü halini almış. Şehre ismini veren kilise.

Banyabaşı cami: Avrupa’nın en eski camilerinden. Bugün Sofya’da ibadete açık tek cami. Mimar Sinan tarafından tasarlanmış. Bütün caminin içi çini kaplı. İçi kesinlikle görülmeye değer.





Bunun dışında Grand Otel Bulgaria- Altındaki kafede Atatürk her gün kahvesini içermiş- Milli Tiyatro- Arkeoloji Müzesi ( Eski Ulu cami ) ve Parlamento binası görülecek eserler arasında. 






Bu arada tura dahil olmayan Avrupa’nın en büyük 2. Sefarat sinagogu olan Central Sofia Sinagogue’unu da gezme imkânım oldu. Benden önce turizm neferi olarak bu tura giden arkadaşım, benim için ayrı bir tur ayarladı. Yaşasın... 
(Ortodoks ve Katolik Kiliseleri, Banyabaşı cami ve sinagog; hepsi aynı merkezde toplanmış. Birinden birine gitmek en fazla 5 dakikanızı alıyor.)




MAKEDONYA

Yeşil, yeşil ve yeşil. Ve de şaşırtıcı.

Makedonya’nın ne kadar yeşil olduğuna inanamadım. Sanki yeşil denizi gibi. Saatlerce yol aldık ve yeşil hiç bitmedi. İnanılmaz etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Makedonya tekrar gidilip arabayla doğası gezilecek yerlerin arasında üst sıraya yerleşti. O yeşil sanki özellikle Makedonya’ya ait gibi. Makedonya’dan çıkıp, Yunanistan’a geçtiğimiz anda doğa kendiliğinden değişti. Yine yeşil ama farklı... ( Duyduğum bir hikayeye göre Tito yeşile çok düşkünmüş, bu yüzden ağaçların yapraklarını yiyorlar diye keçi beslemek yasaklanmış. Ne kadar doğru bilemem ama çok ilginç geldi. )

Bir de Makedonya’yı gezerken öğrendiğim bilgilerle eğlendiğimi itiraf etmem lazım...


ÜsküpSkopje

Makedonya’nın başkenti ve en büyük kenti. Kent, ortasından geçen Vardar nehri tarafından ikiye ayrılıyor.

MÖ 4000'den beri bir yerleşim bölgesiymiş; kent merkezine tepeden bakan Üsküp Kalesi'nde Neolitik dönem yerleşimlerinin kalıntıları bulunmuş. MS 1. yüzyılın başlarında yerleşim Romalılar tarafından ele geçirilmiş ve yerleşim bir ordu kampına dönüştürülmüş. Roma İmparatorluğu'nun 395 yılında doğu ve batı olarak ikiye bölünmesiyle birlikte o zamanki adıyla Scupi İstanbul merkezli Bizans'ın hâkimiyetinde kalmış. Üsküp, Orta Çağ'ın başlarında Bizans ile 972 ile 992 yılları arası kenti başkent haline getiren Bulgar İmparatorluğu arasındaki çekişmelerin ortasında kalmış. 1282'de Sırp İmparatorluğu'nun bir parçası olmuş, 1346'da ülkenin başkenti olmuş, 1392 yılında Osmanlılar tarafından ele geçirilmiş ve Türkler tarafından Üsküp olarak adlandırılmış. 500 yıldan uzun süre Osmanlı hâkimiyetinde kalan kent önce Rumeli Eyaleti'ne bağlı Üsküp Sancağının merkezi olmuş. 1912'de Balkan Savaşları vasıtasıyla Sırbistan Krallığı tarafından ele geçirilmiş. 

Eski Yugoslavya Cumhuriyeti’nden ayrılan ülkelerin şöyle bir gerçekleri var. Bugünkü baş şehirleri, o dönemde önemli sayılsa da normal bir şehir. Yani o başkentlerde ille de yüzyılların yaşanmışlığına rastlamak mümkün değil.  Üsküp’teki en önemli tarih yine Osmanlı’dan kalma Arasta Camii ve Arasta çarşısı. Tito döneminde, diğer ülkelerde olduğu gibi buranın tekdüzeleştirilip yok edilmemiş olması mutluluk verici. Çünkü bu çarşı Üsküp’e hayat veriyor. 






Bir de yeni yapılan eski eserler var. Bu kısmı benim için çok eğlenceli. Makedonlar tarihlerini inşa ediyorlar. Kimi tarihçiler kartonpiyer Makedonya diyorlarmış. Benim için Makedonya Disneyland. Makedon Krallığı’nın kurucuları İskender ve babası Philip’in devasa heykelleri her tarafta. 










Ayrıca etrafta Avrupa’nın büyük şehirlerinde görmüş olduğumuz barok tarzında yapılmış bugün müze olarak kullanılan büyük binalar var. Avrupa’dakilerden bir farkla. Anlattığım eserler Makedonya 2010 projesinin dahilinde son 4 yılda yapılmış. Tarihi bina görünümünde ama yeniler. Ben bu kadar ilgilenince rehberimiz bana bir binayı gösterdi. Binanın yarısı eski halinde yarısı da yeni yapılmış eski görüntülü halinde. Şaka gibiydi.
  





Makedonya’yı gezerken Makedon Krallığı hakkında geniş çaplı bilgi edinme imkânım oldu. Bir de otobüste bugüne kadar hiç rastlamadığım bir uygulamaya rast geldim, anlatılanlarla ilgili belgeseller gösterdiler. Yani rehber anlatacağı kadar anlattı- kimi insan tarihle hiç ilgilenmiyor, hatta anlattıkları ile ilgili fazla anlatıyor diye şikâyet eden bile oluyormuş- o yüzden daha fazla bilgi edinmek isteyene- yani bana- belgeseller ilaç gibi geldi. Bazen tarihi anlayabildiğimizde bugünü çok daha iyi anlayabiliyoruz.

Bu tip bir turda birazcık bir an önce gezelim görelim gideceğimiz başka şehirler var şeklinde gezildiğinden her yeri gezme ve gezdiğimiz yerlerde uzun uzun kalma imkânımız pek olmadı. Üsküp’e saat 4 civarında vardık. Önce serbest zaman sonrasında da eski şehir turu.  Serbest zamanda yine önceden gelen arkadaşımın tavsiyesi sayesinde Holocaust Museum’a gittim. Müze genel olarak Sefarat kültürünü ve Balkanlarda yaşamış olan Yahudilerin gelenek ve görenekleri anlatma ağırlıklıydı. Peşinden Destan’da köfte. Onlar kebap diyorlar.

Rehberle beraber gezdiğimiz bölgenin ana merkezini eski şehir oluşturdu. Arasta çarşısı ve etrafı. Ya da başka bir deyişle eski çarşı.

Taş Köprü: Vardar nehri üzerinde yer alan köprü Makedonya Meydanı ile Eski Çarşıyı birbirine bağlıyor.6. yüzyılda Bizans İmparatoru Jüstinyen tarafından yapılmış. O günden günümüze şehrin sembolü olma özelliğini korumuş. Köprünün en büyük yenileme çalışması 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet tarafından yapılmış.
Büyük İskender Heykeli: Makedonya Meydanı’nda bulunuyor ve Üsküp’ün en ünlü sembolü.
Üsküp Kalesi: Üsküp’ün en yüksek tepesinde yer alıyor. Üsküp yakınlarındaki Taorion köyünde doğan Bizans İmparatoru Jüstinyen tarafından inşa edilmiş.
Mustafa Paşa Cami: 1492 yılında Yavuz Sultan Selim’in veziri Mustafa Paşa tarafından yapılmış. Camide son olarak 2006 yılında büyük çaplı restorasyonlar yapılmış.
Davut Paşa Hamamı: 15. yüzyılın ikinci yarısında Doğu Rumeli veziri Davut Paşa tarafından yaptırılmış. Günümüzde sanat galerisi olarak hizmet veriyor.
 Kapan Han: Üsküp’te önemli Osmanlı eseri olan han 15. yüzyılın ortalarında yapılmış. Üsküp’ün tarihi Türk Çarşısı içerisinde yer almakta.
 Sulu Han: 15. yüzyılda İsa Bey tarafından yapılan bir Osmanlı hanıdır. Günümüzde Üsküp Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesini bünyesinde barındırmakta.
Kurşunlu Han: Osmanlı hanlarından ayakta kalan en büyük ve en güzel üç handan biridir. 16. yüzyılda yaptırılmıştır.
 Çifte Hamam: 15. yüzyılda İsa Bey denetiminde yapılmış. 1915 yılına kadar hamam olarak kullanılan hamam günümüzde  Modern Sanat Galerisi olarak kullanılmakta.
Murat Paşa Cami: Üsküp’teki en güzel camilerden biridir. 1436’da inşa edilmiş.
İsa Bey Cami: 1475’de İsa Bey tarafından inşa edilmiştir. Selçuklulara ait Avrupa’daki tek camidir.
İshak Bey Cami: Cami 15. yüzyılda Türk komutan İshak Bey tarafından yapılmış. Çiçek desenleri ve süslemeleri ile de tanınan caminin diğer adı Alayda Camidir.
Aziz Saviour (Spas) Kilisesi : 19. yüzyılda inşa edilen kilise iç dizaynı ve ağaç oyma işleri ile meşhur.
 Rahibe Teresa Evi: Üsküp’te doğup 18 yaşına kadar burada yaşayan Rahibe Teresa’nın anısına yapılmış.





Milenyum Haçı:  Hristiyanlığın dünyadaki ve Makedonya’daki 2000. yılı anısına yapılmış. Bunların dışında, 1504 yılında yapılan Yahya Paşa cami, 1886 yılında yapılmasına rağmen asıl katedral olarak kullanılan Aziz Dimitrija Solunski Kilisesi, Ristik Sarayı ve zafer takı görülebilir.

Vee günün sonu. Baygın olmama rağmen biraz dinlendikten sonra Üsküp’te bara giderek gece hayatını da görme imkânım oldu J. Bir güne ne kadar çok aktivite sığdırmış olmamız ise inanılmaz.

2. Gün: Tetovo- Kalkandelen

Tetovo’ya gitme amacımız Alaca cami. Cami ismini alacalı bulacalı renklerinden alıyor. Gerçekten görülmeye değer. Cami Hurşide ve Mensure adlı iki kız kardeş tarafından yaptırılmış. Caminin renklendirilmesinde özel bir sistem kullanılmış. Bize anlattıklarına göre caminin renkli işlemelerinde 20.000 yumurta akı, hayvan kanı ve kök boyalardan yapılan bir karışım kullanılmış. Caminin içi o kadar süslü ki nereye bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Bir de caminin çatısı normal bildiğimizden farklı, minaresi olmasa ev zannedilebilecek şekilde.






Ohri...

Ohri’nin adı son zamanlarda değişik şekillerde karşıma çıkar olmuştu. Ohri kelimesi gül demekmiş. İstanbul’daki Ohri sinagogunu da yeni gezdim. Yani artık görmek farz olmuştu denebilir. Zaten bu seyahati seçme nedenlerimden biri de Ohri’yi görmek.

Ohri şehri Ohri gölü etrafına kurulmuş küçük bir sahil kenti. Kent dediğime bakmayın bizim kasabalarımız bu kentten geniş ve kalabalık.

Ohri Gölü, Balkanların en derin gölü, en derin noktası 288 mt. 1979 yılında Unesco World Heritage kapsamına alınmış, 2005 yılında ise göldeki ekolojik sistemi koruyabilmek adına gölde balıkçılık yasaklanmış.





Göl kıyısındaki toprakların büyük bir kısmı ( %68’i ) Makedonya sınırları içinde, kalanı ise Arnavutluk’a ait.  Gölün suları hemen yakınındaki Black Drin gölü tarafından besleniyor.

Ohri’de yaptığımız şehir gezisinde Ohri Camii, Eski Osmanlı evleri ( Tamamen Safranbolu havasında ) Aya Sofya cami ve Ohri’nin simgesi haline gelmiş Aziz Kaneo kiliselerini gezme imkânım oldu.
Ancak bana sorsanız söyleyebileceğim tek bir şey var, ille de göl, ille de su.



Turun ekstralarının içinde St Naum Manastırı’na kadar gideceğimiz 2,5 saatlik bir tekne turu vardı. Gölün güzelliğini, aldığım keyfi anlatmam zor. Kıyıya çok yakın gittiğimizden Ohri’nin etrafındaki köyleri de görebildik.

St Naum Manastırı : St Naum ve St. Clement, Kiril alfabesini bulan, Slav birer aziz olan St. Kiril ve St. Metodius'un öğrencileriymiş. St. Kiril'in bulduğu Kiril alfabesini tüm Balkanlara yayanlar ise St. Naum ve St. Clementmiş. Ohri; bu azizlerin yaşadığı dönemde Hristiyanlık açısından önemli bir merkez konumunda bulunuyormuş.








St Naum manastırından bahsedip hem Üsküp’te hem de Ohri’de karşımıza heykelleri çıkan Kiril ve Metodius’tan bahsetmemek olmaz. Kiril ve Metodius kardeşler 9. yüzyılda Selanik’te doğmuşlar. Slavlar arasında Hristiyanlığın yayılmasını sağlayan misyonerler. Kiril alfabesinin merkezini oluşturan Glagolitik alfabeyi geliştirmişler.



St Naum Manastırından sonra Ohri gölünü besleyen Black Drin gölünde bir tekne turu yaptık ve yer altından çıkan ve Ohri gölünü besleyen su kaynaklarını gördük.







Vee Manastır...

Son gün. Makedonya gezimizin son ayağı Manastır. Şehrin bugünkü adı Bitola. 

1382 yılında Türk topraklarına katılan şehir, 1912 yılına kadar Osmanlı’nın egemenliğinde kalmış. Manastırın eski çarşısını ( Elveda Rumeli dizisi bu çarşıda çekilmiş ), saat kulesini ve İshak Paşa Camini gördük. Manastırın Türkler için en önemli özelliklerinden bir tanesi Atatürk’ün Manastır Askeri İdadi’sinde okumuş olması. Bu arada Atatürk ve Manastırlı Eleni aşkının hikâyesini de dinledik. Turdaki herkes çok şekerdi, konu birden aşka gelince herkes rehberin anlattığını can kulağıyla dinler oldu. Bence rehberin söylediklerinin üç gün içinde can kulağıyla herkes tarafından tek dinlendiği an oydu.

Manastır’da verilen molada rehberimiz  küçük bir kıyak yaptı. Seyahat içinde rehber iyi arkadaşım haline geldiğinden Manastır’da boş zamanda doğal olarak ona takıldım.  Sıcacık pidelerle beraber gelen Sirenje Vofurna yedirdi. Üç farklı peynirin güveçte pişmesinden oluşan bu yemek kesinlikle tavsiye edilir.

Yolculuğun sonu ve Yunanistan...

Makedonya’dan sonraki dönüş yolumuzdaki duraklarımız Selanik ( Atatürk’ün evi ) ve Kavala. Ancak Selanik başlı başına bir yazı konusu.

Yazarken fark ettim, ne kadar çok yer görmüşüz... İnsan gezerken akışına kaptırdığından çok da fark edemiyor. Hoppidi hoppidi oradan oraya koşuşturma hali olduğundan durup düşünecek vakit pek kalmıyor.
Ben gittiğim turu kesinlikle tavsiye ederim. Ancak biraz zevkler ve renkle farklı durumu olabilir. Eğer yol gözünüzde büyümezse ( bana kalsa yüzde yüz değdi  ) gidin ve keşfedin derim.

4 Temmuz 2014 Cuma

Kütahya - Eskişehir



Eskişehir yıllardır görmek istediğim şehirlerden biri. Her giden ballandıra ballandıra anlatır. Öyle güzel. Böyle güzel. Belediye başkanı mucizeler yaratmış. Ama ne zaman gitmeye kalksam, karşıma çıkan cümleler 'bu dönemde gidilmez çok soğuk" ya da " bu dönemde gidilmez çok sıcak " ya da  her şey uygun olur bu seferde gidecek tur bulamam.

Bu sefer tüm şartlar uygun geldi. Tur tarihinden birkaç hafta evvel gezme tarzı benim gezme tarzlarıma yakın bir arkadaşım bu tur şirketinden bahsetti, Eskişehir Kütahya turu var, tur şirketi şahane, fiyatta süper diye. İki şehri de görmedim neden olmasın. Ama benim sağım solum belli olmaz hele o tarih gelsin de hangi ruh halinde olacağım, ya da kim bilir nerelerde olacağım. Bir süredir çok ileri tarihli planlar yapamaz oldum. Bazen planı yapıyorum ya o dönemde İstanbul'da olmamı gerektirecek bir iş çıkıyor ya da canım hiç onu yapmak istemez oluyor.







  
Yurtdışında çok tek başıma seyahat etmeme rağmen, nedense Türkiye'de buna pek bayılmıyorum. Neden tek başına seyahat derseniz gezmek ve görmek önceliğiniz olduğunda her an birileriyle program yapamaz oluyorsunuz. Arkadaşlarınızın programı- öyle her arkadaş olmaz, o seyahati beraber yapmak istediğiniz arkadaşlarınızın programı- size uyacak o sizinle aynı yere gitmek isteyecek vs vs. Halbuki ben atlayıp gidiyorum; o gün yanımda bunu beraber yapmak isteyeceğim bir arkadaşım varsa amenna ama yoksa o da güzel. Nasılsa ben gittiğim her yerde bir şekilde sosyal ortamımı yaratıyorum. Türkiye'nin bir kısmını da böyle geziyorum.
Eskişehir de böyle oluştu. Turu bana söyleyen arkadaşıma ben gidiyorum dedim, sonrasında Arjantinli bir arkadaşımı kafaladım, sonunda turu bana söyleyen arkadaşım da katıldı 3 kişi olduk bile. Yol yaklaşık 350 km. Yani aslında arabaya atlayıp gidilecek mesafe ...

Program şöyle:

Cumartesi sabahı  otobüsle Kütahya'ya hareket. Gün boyunca Kütahya civarını gezmece, akşam 5 yıldızlı otelde kalmaca - inanılır gibi değil aynı fiyatın içinde Kütahya Hilton'da kalmak vardı - ertesi gün Eskişehir.

Kütahya ve Eskişehir'i aynı seyahatin içinde arka arkaya görmek enteresan bir deneyimdi. Kütahya ne kadar kapalı ise Eskişehir o kadar açık. Bu arada insanların açık kapalı olmasından bahsetmiyorum , nasıl anlatsam Kütahya şehir olarak kapalı. Ortalıkta çok fazla erkek ve çok az kadın var. Erkekler genelde kahvede oturuyorlar. 



Bu bölgenin ciddi bir tarih birikimi var, o yüzden anlatılacak ve dinlenecek çok hikâyesi var. Selçuklular, Germiyanoğılları, Osmanlılar şehirde hepsinin izlerini görmek mümkün.  ( Bir de bu eserler derme çatma binaların arasına sıkışıp kalmasa. )
Bunun dışında tarihi 5000 yıl önceye dayanan eserler var ki onları görmek ve o bölgeyi gezmek neredeyse tüm seyahate bedel.

Eskişehir' de adı üzerinde eski bir şehirken cabbar bir belediye başkanına rastlamış, ve baştan yaratılmış. Kocaman parklar, oyun alanları, çocuklar için özel tema parkları, kocaman havuzlar. Biraz yapay bir cennet yaratılmış. Ama gerçekten de yemyeşil soluk alınabilecek kültürel açıdan çok zengin bir şehir çıkmış ortaya. Bir de tabii Odunpazarı var. Tekrar tekrar gitmekten sokaklarını arşınlamaktan sıkılmayacağım bir mekan...

Bunlar genel izlenimlerdi. Kütahya"da gördüklerimizin detaylarına gelince...

İlk durağımız Kütahya Ulu Cami. Ulu Cami 1410’da yapılan caminin yerine 1800’lü yılların sonunda tekrar yapılmış. Ve ikinci eser yapıldığında orijinalinden çok farklı inşa edilmiş. İlk cami tamamen ahşap ağırlıklıymış, sütunlar ahşapmış, bugün ise camiyi 6 taş sütun ayakta tutuyor. Benim için ilginç tarafı ise iç süslemeleri oldu. Açıkçası ben bugüne kadar gezdiğim hiçbir camide bu şekilde çiçek süslemelerine rast gelmemiştim. 














Çini müzesi
Germiyan Beyi II. Yakub Külliyesi'nin imaret bölümü olan bu yapı, Kültür Bakanlığı'nca restore edilerek, Çini Müzesi olarak 1999 tarihinde düzenlenmiş. Müze içinde yer alan vitrinlerde 14. yüzyıldan başlayarak günümüzde yapılan örneklere kadar olan çini eserler yer almakta. Müzenin içinde bulunduğu bina, özellikle de kubbesi görülmeye değer.

Kütahya Arkeoloji Müzesi
Ulu Camii yanında Vacidiye Medresesi olarak bilinen yapıda. Medrese binası 1314 yılında Germiyan beylerinden Umur Bin Savcı tarafından yaptırılmış.  Müzede yer alan vitrinlerde Paleolitik, Kalkolitik, Eski-Tunç, Hitit, Frig, Hellenistik, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait eserler teşhir edilmekte. Gerçekten çok etkileyici.




Çini Yapım Atölyesi
 Bize tur programında çini yapım atölyesini ziyaret edeceğiz dediler, ben de açıkçası bugüne kadar gördüğüm atölyelerden bir tane daha diye düşündüm. Ancak bizi hoş bir sürpriz bekliyormuş. Sürprizin adı Mehmet Gürsoy. Kendisi 2010 yılında Unesco tarafından “ Living Human Treasure- Yaşayan İnsan Hazinesi seçilmiş”. Mehmet Gürsoy İznik Çini’sini tekrar yaşar kılmış, unutulmuş formülleri canlandırmış, bunu yaparken de hem biçim hem de desen olarak eserlere kendi yorumunu katmış. 










Aizanoi Antik Kenti:
Seyahatte en mutlu olduğum anlardan biri.
Aizanoi, Kütahya şehir merkezine 58 kilometre uzaklıkta, Çavdarhisar ilçesinde bulunan antik bir kent. Öyle sanılıyor ki ismi Zeus'un kızı su perisi Erato ile Arkadya ulularından Kral Arkas'ın oğlundan gelmekte. Aizanoi kültürel yapısıyla sanat çevreleri tarafından ikinci Efes unvanını almış. Kentte dünyanın en iyi korunmuş Zeus tapınağı, dünyanın ilk örneklerinden Stadyum-Tiyatro kompleksi, dünyanın ilk borsa yapısı, nekropoller, olimpiyat şeref tribünü var. Roma dönemine ait tapınağın çevresinde yürütülen kazılarda İlk Tunç Çağı'na ait (  M. Ö. 3000)  yerleşme tabakaları açığa çıkmış.
Aslında Aizanoi ile ilgili söylenecek o kadar çok şey ve anlatılacak o kadar geniş bir tarih var ki. Neyse ki ben bir tarihçi değilim, bu yazı da bir araştırma yazısı değil. O yüzden size tek söyleyebileceğim çok etkileyici olduğu ve görmek için bir fırsat yaratmanıza değeceği...




 






Eskişehir

Biraz şehirle ilgili genel bilgi...
Eskişehir; içinde Osman gazi Üniversitesi ve Anadolu Üniversitesi'nin bulunması nedeniyle bir öğrenci kenti görünümünde.
Met helvası, nuga helvası, haşhaşlı çörek,  çiğbörek ve lületaşı ile meşhur. İşlenebilir lületaşı, Türkiye'de yalnız Eskişehir'de çıkarıldığı için Eskişehir taşı olarak biliniyor. Sanat kurumları ve tesisleri ile kültür ve sanat alanında gelişmiş bir şehir. Anadolu Üniversitesi ve Büyükşehir Belediyesi bünyesinde iki adet senfoni orkestrası bulunmakta. Ayrıca her yıl düzenlenen Uluslararası Eskişehir Festivali ile şehirde müzik, tiyatro, resim ve sinema gibi dallarında sergiler ve gösteriler yapılmakta. Eskişehir günümüze kadar değişik uygarlıklar altında varlığını sürdürmüş. Üzerinde kurulan medeniyetlerden bazıları: Frigya, Bizans, Anadolu Selçukluları ve Osmanlı İmparatorluğu.

Odunpazarı evleri
Bu evler Eskişehir'in ilk yerleşim yerini oluşturan Odunpazarı semtindeki Osmanlı Dönemi'nden kalma tarihi evler. Safranbolu, Beypazarı, Göynük gibi yerlerdeki evlerle ortak mimari özellik taşıyorlar.






Bu bölgede yerleşimin başlaması ile ilgili de ilginç bir hikâye var. Bir rivayete göre Eskişehir'e yerleşmeyi düşünen ilk halk Odunpazarı ve şimdiki Porsuk Çayı'nın olduğu bölgeye birer koyun ciğeri asarlar. Hangisi çok dayanırsa orayı yerleşim bölgesi seçeceklerdir. Odunpazarı'na asılan ciğer daha geç bozulur ve ilk yerleşim burada oluşur. Odunpazarı tarihi Bizans'tan Selçuklulara, Osmanlılardan Cumhuriyet'e kadar uzanan bir şehir.
Eskişehir gezisinin büyük bölümünü Odun Pazarı’nda geçirdik desem yeridir.

Gördüklerimiz:

Beyler sokağı ve bu sokakta bulunan restore edilmekte olan evler... Sokağın bir ucundan diğer ucuna yürüyüp durduk. Bugün Odunpazarı’ndaki evleri restore etmekle ilgili çok kapsamlı bir çalışma yürütülmekte. Özellikle Beyler Sokağı’nda.  





Hafız Ahmet Efendi Konağı: Ahmet efendi aynı anda bir lületaşı ustası. Yaptığı asalardan bir tanesini Şah Rıza Pehlevi’ye hediye etmiş, bir diğerini de Atatürk’e.




Kurşunlu Cami ve külliyesi. : 16 yüzyılın başında yapılmış bu cami ve külliyede geniş kapsamlı bir lületaşı müzesi var.

Çağdaş cam sanatları müzesi... Ben oldum olası cam çok serim, o yüzden müze bana enteresan geldi. Binanın ortasındaki cam avize pek meşhur Bir de şansımıza Yıldız Moran’ın fotoğraf sergisi vardı içeride. Fotoğrafları da hayat hikâyesi de beni çok etkiledi.





Odunpazarı dendiğimde aklımda kalanlar kıvrımlı yollar, çıkmaz sokaklar, ahşap süslemeli bitişik düzenli, rengarenk cumbalı evler, konaklar, lületaşı dükkanları, ve o gezinin dağımda bıraktığı keyfin tadı. 

Eveeet, gelelim şehrin modern taraflarına.
Öncelikle şehirde iki tane büyük park var:

Bilim Kültür ve Sanat Parkı Eskişehir'in Sazova Mahallesi’nde 400 bin metrekare üzerine kurulmuş.  Parkta Nuh’un Gemisi’nin yanı sıra 25 bin metrekarelik bir gölet, park çevresinde dolaşan buharlı mini tren, çocuk oyun alanları, hayvanat bahçesi, bilim ve deney müzesi, konser alanları, amfi tiyatro bulunmakta. Sazova Parkı içinde yer alan en dikkat çekici yapı Masal Şatosu.





Eskişehir’in bir diğer büyük parkı olan Kentpark’ta ise plaj duygusunu yaşatmak üzere kocaman bir havuz ve etrafında kumluk alan yapılmış.





Şelale Park’a gelince, Eskişehir’in en yüksek noktasında ve çok güzel bir manzarası var. Ancak şelale
dedikleri gerçek bir şelale değil ve çok küçük, yani benim için büyük boyda süs havuzu niteliğinde. Tepedeki yemek de vasattı. Bana kalsa ille de manzarayı göreceğim demezseniz, tepeye çıkmaya değmez.

Porsuk çayında tekne turu: Porsuk çayı Eskişehir’in ortasından geçiyor. Çayın iki tarafına da restoranlar ve kafeler yapılmış. Çayın üzerindeki tekne turu sembolik. Toplam 15 dakika sürüyor.

Sonuç olarak Eskişehir ve Kütahya gezisini iki günlük bir tura sığdırmayı becerdim. Biraz yorucu olmasına rağmen birbirine neredeyse tamamen zıt ama bölge olarak inanılmaz bir tarih barındıran bu iki şehri bir arada görmeye kesinlikle değdi.