SAMOS’A AŞIK OLDUM
Samos’a gitmek çok kolay... Kuşadası’na gidip oradan
feribotlarla geçilebiliyor. Nisan ve Ekim ayları arasında her gün sabah dokuzda
Kuşadası’ndan Samos’a, saat beşte de Samos’tan Kuşadası’na feribot var.
Yolculuk yaklaşık bir buçuk saat sürüyor. Biz seyahatimize Sakız adasından
başladığımız için Samos’a gidebilmek için adalar arası çalışan lokal
feribotlardan birini kullandık. Dönüşte ise Samos’tan Kuşadası’na geçtik.
Samos’a vardığımızda ilk yaptığımız, gidip kiraladığımız
arabayı teslim almak. Samos büyük sayılabilecek bir ada. Eğer ben gittiğim
yerde bir otele giderim, oradan da fazla çıkmaya niyetim yok diyenlerdenseniz o
zaman belki araba kiralamanız gerekmez. Ama benim gibi gitmişken ne var ne yok
göreyim, köyleri ziyaret edeyim, arkalarda kalmış bakir plajlara gideyim
diyorsanız, yani içinizde keşif ruhu varsa araba ( ya da motosiklet ) şart.
Arabayı da önceden kiralamakta fayda var.
Arabayı kiraladık ve yola çıktık ve ben ilk andan itibaren Samos’a
bayıldım. Ve tatilin devamında adayı gezmeye devam ettikçe bu duygum katlandı. Ada
yemyeşil. Her tipte ağaç, meyve, sebze... Zaten adada tarım çok önemli. Neredeyse
gittiğiniz her restoranda sizi sebze ve meyvelerimiz adamızda
yetiştirilmektedir, ya da kendimiz yetiştirmekteyiz yazısı karşılamakta. Adanın
büyüklüğü, yaşayan insan sayısının azlığı, bir de topraklarının tarıma
elverişli olmasını göz önüne alırsanız çok doğal.
Ben bir adaya gittiğim zaman denize girmenin yanı sıra
adanın dağ köylerini gezmeyi de çok seviyorum. Köylere gittiğinizde adanın
gerçek yaşamı ile karşılaşıyorsunuz. Küçücük kahveler, kahvelerde oturan yaşlı
amcalar, tam damak tadı nefis yemek ve tabii tüm Yunan adalarında olduğu gibi
rengarenk bir ortam.
İtiraf etmeliyim ki Yunanlıların rengi kullanabilme, en
alakasız renkleri ve objeleri bir araya getirip dünyanın en sıcak ortamını
yaratma hallerine bayılıyorum. İçinde neredeyse 3–5 kişinin olduğu bir köye
varıyorsunuz, küçücük bir kahve. Nasıl güzel nasıl hoş. Şu kahvedeki iskemleye
oturup burada yaşlanabilirim duygusu... Bir de masalar, masa örtüleri ve
iskemleler tabii. Hepsi rengarenk hepsi birbirine uyumlu. Yan yana üç tane
kahve var, hepsini iskemle ve örtü renklerinden ayırt edebiliyorsunuz... Gel de
aşık olma...
Dağ köylerine gelince... İlk gün yola çıktığımızda yol bizi
Mytilinii’ye götürdü. Şehir merkezinden çok da uzakta olmayan şahane bir köy.
Neredeyse ortalıkta hiç turist yok. Şahane bir köy meydanı var. Meydanın etrafında
da küçük tavernalar. Meydanda oturup kahvenizi içerken etrafı, etraftaki yaşamı
seyretmek çok keyifli. Bir de tabii her zamanki gibi çok renkli.
Adada ziyaret ettiğimiz diğer dağ köyleri Vourliotes ve
Manolates. Vourliotes şahane manzarası
olan küçücük bir köy. Sadece Vourliotes’e gitmek için tırmandığınız dağ yolunda
bile manzaralar nefes kesici. Üzüm bağları, çam ağaçları ve zeytin ağaçlarının
arasından denizi seyretmek nefis.
Manolates’e gelince. Manolates’e gitmek için içine
girdiğiniz yol kesif bir orman yolu. Ağaçlar büyümüş, birbirinin üzerini
kaplamış, birbirine bu kadar yakın iki köye tırmanırken çıktığınız yolların
birbirinden bu kadar farklı olması enteresandı. Manolates Vourliotes’e göre
daha turistik bir köy. Her taraf seramik resim galerileriyle dolu. Küçük küçük
çok keyifli dükkanlar var. İnsan aldıklarını taşırken homurdanacağını bile bile
alışveriş yapmadan duramıyor.
Adada tepeye tırmandığımız son köy Pyrgos. Pyrgos diğerlerine
göre çok daha az turistik bir köy. Pyrgos’a kadar gelmişken dağın tepesine
çıkmaya karar verdik. İrili ufaklı bir dolu köyün içinden geçtik. Yollar
şahane. Ancak zikzaklar çize çize uzun bir süre gittikten sonra henüz dağın
tepesine varamayınca pes ettik. Pyrgos’un etrafında gezinmek adanın tarım
alanlarını yakından görebilmemizi sağladı. Tepeye doğru tırmanan uçsuz bucaksız
bir yeşillik.
Gelelim deniz kenarına. Adanın iki tane turistik merkezi
var. Kokkari ve Pythagorio. Kokkari’nin çok uzun turkuaz bir plajı, küçük bir
limanı ve tavernalarının olduğu ayrı bir bölümü var. Özellikle Kokkari ve
etrafındaki plajların suyu gerçek anlamıyla turkuaz. Yeşil ile turkuazın bu
şekilde bir araya gelmesi nefes kesici. Samos’a aşık olma nedenlerimden biri de
bu galiba. Bu kadar yeşil ve bu kadar mavi, bu kadar turkuaz... Kokkari büyükçe
ve açık bir koy olduğundan denizi çok dalgalı, turkuaz olsun ama sakin olsun
derseniz Kokkari’yi gezdikten sonra öncesinde ve sonrasındaki küçük koylardan
denize girebilirsiniz. Kedros, Lemonakia, Tzambou... Her bir plajın kendi küçük
tavernası var.
Ben Kedros’a bayıldım. Dekorasyon, film seti gibiydi. Plaja, anneannelerimizin
zamanından kalma eski koltuklar koyup, fiskos köşeleri yapmışlar. Diğer
plajlara göre çok da sakindi, kesinlikle tavsiye edilir, denize girmek
istemezseniz, en azından ortamını görüp bir kahve içmek için.
Pythagorio’ya gelince. Adanın en turistik yeri. Adaya gelen
tüm tekneler orada demirliyor. Bizim de sahil kasabalarımızdan alışık olduğumuz
şekilde etraf birbiri ardına dizilmiş tavernalarla dolu. Tavernaların çoğunda
herkese hitap edebilmek için pizza, et, balık, Yunan mutfağı, her tipte yemek
var. Biraz ortaya karışık bir durum yani. Thanasis’ Sister diye bir yerde yemek
yedik, görüntüsü hem şık hem de çok sempatikti. Diğer tavernaların arasında
sıkışmış gibiydi, ama müdavimi çok, bir gelen bir daha geliyor. Biz bile iki
defa gittik. Özellikle anneanne tarifiyle yaptıkları yemekleri nefisti.
Pythagorio’nun etrafında da irili ufaklı farklı plajlar var.
Kerveli, Psili Ammos... Biz Glikoriza’dan denize girdik, ancak seçenek çok.
Zaten adanın etrafında 50’den fazla plaj var, O yüzden hepsini birden görmek
pek mümkün değil.
Bu seyahatteki amacımız doğa ve deniz olduğundan adadaki manastırları
gezmek ya da adanın tarihini keşfetmek imkanımız olmadı. Ancak benim için Samos
farklı mevsimlerde de gidilebilecek ve tadına varılacak bir ada.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder