22 Ekim 2013 Salı

Veee Samos....



SAMOS’A AŞIK OLDUM



Samos’a gitmek çok kolay... Kuşadası’na gidip oradan feribotlarla geçilebiliyor. Nisan ve Ekim ayları arasında her gün sabah dokuzda Kuşadası’ndan Samos’a, saat beşte de Samos’tan Kuşadası’na feribot var. Yolculuk yaklaşık bir buçuk saat sürüyor. Biz seyahatimize Sakız adasından başladığımız için Samos’a gidebilmek için adalar arası çalışan lokal feribotlardan birini kullandık. Dönüşte ise Samos’tan Kuşadası’na geçtik.

Samos’a vardığımızda ilk yaptığımız, gidip kiraladığımız arabayı teslim almak. Samos büyük sayılabilecek bir ada. Eğer ben gittiğim yerde bir otele giderim, oradan da fazla çıkmaya niyetim yok diyenlerdenseniz o zaman belki araba kiralamanız gerekmez. Ama benim gibi gitmişken ne var ne yok göreyim, köyleri ziyaret edeyim, arkalarda kalmış bakir plajlara gideyim diyorsanız, yani içinizde keşif ruhu varsa araba ( ya da motosiklet ) şart. Arabayı da önceden kiralamakta fayda var.

Arabayı kiraladık ve yola çıktık ve ben ilk andan itibaren Samos’a bayıldım. Ve tatilin devamında adayı gezmeye devam ettikçe bu duygum katlandı. Ada yemyeşil. Her tipte ağaç, meyve, sebze... Zaten adada tarım çok önemli. Neredeyse gittiğiniz her restoranda sizi sebze ve meyvelerimiz adamızda yetiştirilmektedir, ya da kendimiz yetiştirmekteyiz yazısı karşılamakta. Adanın büyüklüğü, yaşayan insan sayısının azlığı, bir de topraklarının tarıma elverişli olmasını göz önüne alırsanız çok doğal. 



Ben bir adaya gittiğim zaman denize girmenin yanı sıra adanın dağ köylerini gezmeyi de çok seviyorum. Köylere gittiğinizde adanın gerçek yaşamı ile karşılaşıyorsunuz. Küçücük kahveler, kahvelerde oturan yaşlı amcalar, tam damak tadı nefis yemek ve tabii tüm Yunan adalarında olduğu gibi rengarenk bir ortam.

İtiraf etmeliyim ki Yunanlıların rengi kullanabilme, en alakasız renkleri ve objeleri bir araya getirip dünyanın en sıcak ortamını yaratma hallerine bayılıyorum. İçinde neredeyse 3–5 kişinin olduğu bir köye varıyorsunuz, küçücük bir kahve. Nasıl güzel nasıl hoş. Şu kahvedeki iskemleye oturup burada yaşlanabilirim duygusu... Bir de masalar, masa örtüleri ve iskemleler tabii. Hepsi rengarenk hepsi birbirine uyumlu. Yan yana üç tane kahve var, hepsini iskemle ve örtü renklerinden ayırt edebiliyorsunuz... Gel de aşık olma...

Dağ köylerine gelince... İlk gün yola çıktığımızda yol bizi Mytilinii’ye götürdü. Şehir merkezinden çok da uzakta olmayan şahane bir köy. Neredeyse ortalıkta hiç turist yok. Şahane bir köy meydanı var. Meydanın etrafında da küçük tavernalar. Meydanda oturup kahvenizi içerken etrafı, etraftaki yaşamı seyretmek çok keyifli. Bir de tabii her zamanki gibi çok renkli. 




Adada ziyaret ettiğimiz diğer dağ köyleri Vourliotes ve Manolates.  Vourliotes şahane manzarası olan küçücük bir köy. Sadece Vourliotes’e gitmek için tırmandığınız dağ yolunda bile manzaralar nefes kesici. Üzüm bağları, çam ağaçları ve zeytin ağaçlarının arasından denizi seyretmek nefis.
Manolates’e gelince. Manolates’e gitmek için içine girdiğiniz yol kesif bir orman yolu. Ağaçlar büyümüş, birbirinin üzerini kaplamış, birbirine bu kadar yakın iki köye tırmanırken çıktığınız yolların birbirinden bu kadar farklı olması enteresandı. Manolates Vourliotes’e göre daha turistik bir köy. Her taraf seramik resim galerileriyle dolu. Küçük küçük çok keyifli dükkanlar var. İnsan aldıklarını taşırken homurdanacağını bile bile alışveriş yapmadan duramıyor.




Adada tepeye tırmandığımız son köy Pyrgos. Pyrgos diğerlerine göre çok daha az turistik bir köy. Pyrgos’a kadar gelmişken dağın tepesine çıkmaya karar verdik. İrili ufaklı bir dolu köyün içinden geçtik. Yollar şahane. Ancak zikzaklar çize çize uzun bir süre gittikten sonra henüz dağın tepesine varamayınca pes ettik. Pyrgos’un etrafında gezinmek adanın tarım alanlarını yakından görebilmemizi sağladı. Tepeye doğru tırmanan uçsuz bucaksız bir yeşillik.

Gelelim deniz kenarına. Adanın iki tane turistik merkezi var. Kokkari ve Pythagorio. Kokkari’nin çok uzun turkuaz bir plajı, küçük bir limanı ve tavernalarının olduğu ayrı bir bölümü var. Özellikle Kokkari ve etrafındaki plajların suyu gerçek anlamıyla turkuaz. Yeşil ile turkuazın bu şekilde bir araya gelmesi nefes kesici. Samos’a aşık olma nedenlerimden biri de bu galiba. Bu kadar yeşil ve bu kadar mavi, bu kadar turkuaz... Kokkari büyükçe ve açık bir koy olduğundan denizi çok dalgalı, turkuaz olsun ama sakin olsun derseniz Kokkari’yi gezdikten sonra öncesinde ve sonrasındaki küçük koylardan denize girebilirsiniz. Kedros, Lemonakia, Tzambou... Her bir plajın kendi küçük tavernası var.





Ben Kedros’a bayıldım. Dekorasyon, film seti gibiydi. Plaja, anneannelerimizin zamanından kalma eski koltuklar koyup, fiskos köşeleri yapmışlar. Diğer plajlara göre çok da sakindi, kesinlikle tavsiye edilir, denize girmek istemezseniz, en azından ortamını görüp bir kahve içmek için.




Pythagorio’ya gelince. Adanın en turistik yeri. Adaya gelen tüm tekneler orada demirliyor. Bizim de sahil kasabalarımızdan alışık olduğumuz şekilde etraf birbiri ardına dizilmiş tavernalarla dolu. Tavernaların çoğunda herkese hitap edebilmek için pizza, et, balık, Yunan mutfağı, her tipte yemek var. Biraz ortaya karışık bir durum yani. Thanasis’ Sister diye bir yerde yemek yedik, görüntüsü hem şık hem de çok sempatikti. Diğer tavernaların arasında sıkışmış gibiydi, ama müdavimi çok, bir gelen bir daha geliyor. Biz bile iki defa gittik. Özellikle anneanne tarifiyle yaptıkları yemekleri nefisti.

Pythagorio’nun etrafında da irili ufaklı farklı plajlar var. Kerveli, Psili Ammos... Biz Glikoriza’dan denize girdik, ancak seçenek çok. Zaten adanın etrafında 50’den fazla plaj var, O yüzden hepsini birden görmek pek mümkün değil.

Bu seyahatteki amacımız doğa ve deniz olduğundan adadaki manastırları gezmek ya da adanın tarihini keşfetmek imkanımız olmadı. Ancak benim için Samos farklı mevsimlerde de gidilebilecek ve tadına varılacak bir ada.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder