25 Temmuz 2013 Perşembe

Arabaya atlayıp gidesim var - Kıyıköy, Yalıköy, İğneada

Bu aralar yine bir gitme modundayım. Gideyim, keşfedeyim, gittiğim yerlerdeki tüm dar sokaklara gireyim, çıkmaz sokaklarda kaybolayım. Kapılarına oturmuş teyzelerle sohbet edeyim...

Geçenlerde yine böyle bir ruh halinde kendimi yollara vurdum. Geçen seneden beri Kıyıköy ve İğneada'ya gitmek istiyordum, bu sene Zülfü Livaneli'nin kitabını okuduktan sonra bu listeye Yalıköy eklendi. Bir yerin ismini duyduğumda eğer gitmek istediğim bir yerse onu aklımın bir köşesine yazarım. Ve ne yapıp yapıp ama beş gün sonra ama beş yıl sonra oraya gitmenin bir yolunu bulurum. Genelde en uçuk en umulmadık seyahatlerim böyle başlar.

Niyet belli olunca, benim gibi gezen, gezerken her deliğe girmeyi seven arkadaşım Fatih'i aradım. O ve sevgili üstü açık arabası ile sabahın köründe koyulduk yollara...Fatih'in arabayı ortalama 40 km. hızla kullandığı düşünülürse yaptığımız seyahat için bir çeşit modern versiyon atsız fayton gezisi de denebilir tabii...

Yola çıktığımızda çevre yolundan Çatalca yoluna saptık. Gözümüzün önündeki manzaralar inanılmazdı. Çeltik tarlasında leylekler gördük mesela. Su kenarında bir kahvede durduk her taraf nilüfer, kenara çekilmiş 2 tane kayık, suya inen dallar.. Sanki bizim için hazırlanmış bir tablo gibiydi. 





Sonraki durağımız Yalıköy. Yalıköy eski bir rum balıkçı köyü, ve eski adı Podima. Köyün tarihi 250 yıl öncesine kadar dayanıyormuş, rivayete göre eskiden Podima korsanların eğlence yeriymiş. Upuzun bir sahili var ve sahilde bir sürü kafe restoran. Ancak biz gittiğimizde Ramazan olmasından dolayı mı yoksa hafta içi gittiğimizden mi bilmem hayalet sahil görüntüsündeydi. Sahilde in cin top oynuyordu restoranlar kapalıydı, deniz hırçın dalgalı, etrafta tek bir allahın kulu yok.



Yalıköy'e gelirken yolda bir tabela gördük, Çilingoz...Hayatımda böyle bir yerin varlığını duymuş değilim. İsmi bu kadar ilginç olunca gitmek farz oldu. Karadeniz'e sahili olan dağların arasında , deniz akarsu ve ormanın buluştuğu bir kamp alanı. Çilingoz'daki duygum zamanın 20- 30 sene öncesinde donup kaldığı şeklindeydi. Bungalovlar, önlerine atılmış masalar, iplere asılmış halılar... İnanılmaz bir doğası var.

Bir sonraki istikamet Kıyıköy, ancak etraftaki amcalar Kıyköy'den evvel mutlaka Kastro'ya uğramamız gerektiğini söylediler.İtiraf etmeliyim ki Kastro'ya da doğasına da tam anlamıyla bayıldım. Bizim araba kendini cip zannettiğinden insanın zor geçtiği yollardan nehir kenarında arabayla biraz ilerledik. Nefes kesiciydi.




Vee Kıyıköy.. Bence gittiğimiz yerlerin arasında en kayda değer en güzellerinden biri. Küçücük. Çirkin yapılaşma yok. Denizin 600-700 mt. ilerisine kadar inşaat izni yok, o yüzden de doğa bozulmamış. Cıngıl cungul  restoranlara rastlamıyorsunuz. Daracık sokakları sokaklarında şahane çiçeklerle dolu köy evleri var. Bir köy halkı bu kadar mı çiçeğe meraklı olur, herkes ne bulduysa ekmiş, özellikle de gülhatmi. Her yerden çiçek daha doğrusu gülhatmi fışkırıyor. Bir ara çiçek aşkıyla kendimizi arabadan dışarı bir atmışız ki, araba yolun ortasında kapılar açık, eşyalar içeride. Geri bir geldik başında bir jandarma bizi bekliyor araba sizin mi diye...



Açlıktan ölmek üzere iken Necip Usta'nın yerinde yemek yedik. Zaten orada yemek yememek imkansızdı, o kadar çok tabela koymuş ki, geliyorsunuz geldiniz, yemek yemeden geçtiniz şeklinde. Necip Usta İstanbul'dan gelmiş sohbeti güzel bir amcam. Hayatımda ilk defa "Mırlan" yedim. Biraz Mezgite benzer beyaz etli bir balık.

Kıyıköy'ün limanının dışında ayrı bir plaj alanı var. Görüntüsü çok sempatik, ormanların içinde. Nehir geçiyor, üzerine köprü yapılmış. 6. yüzyıldan kalma kayalara oyulmuş bir manastır var, Aya Nikola manastırı...

Kıyıköy'den çıkışımız saat dördü buldu. Yavaş yavaş pilim bitse de ve benim uykudan gözlerim kapansa da İğneada'ya gitmeden olmaz. Bir daha aynı yolu ne zaman yapıp gelebilirim bilmem, gelmişken görmek lazım. Yolumuz 50 km'den fazla. 50 km deyip geçmeyin hem 40 km. hızla gidiyoruz, hem de yollar zig zag çiziyor.

İğneada'ya giden yol inanılmaz güzel ormanlık bir yol. Böyle bir güzelliğin bu kadar yakınında olup bugüne kadar görmemiş olmak utanç vericiyi, benim için, hem gezmeyi bu kadar sev hem de ülkeni tanıma, olacak şey mi...

İğneada'ya bayılmadım. Güzel bir plajı var, ancak yapılaşma korkunç. Ban kalsa o kadar yola değmez.

AMAAA... İğneada yolunun üzerindeki longoz ormanlarını görmek için her şeye değer.  İnanılmaz, nefes kesici, şaheser. Daha bin tane tanım bulabilirim herhalde...
Milli park tabelasını görünce girdik hemen. İçinde bir kaç tane göl var. Her taraf envai çeşit bitki ve hayvan dolu. En yakınındaki göle kadar gidelim dedik, araba kendini cip sanmasa zor...Belli bir yerden sonra su birikintileri çoğalınca geri dönmek zorunda kaldık. Longoz ormanlarının ne olduğunu araştırıp bakınca..

"Longoz dere suyunun denize döküldüğü yerde,yağışın azaldığı mevsimlerde dere suyu seviyesinin düşmesi ve denizin getirdiği kumların dere ağzını kapatması sonucu derenin denize dökülemeden geri giderek oluşturduğu gölettir.Aynı zamanda subasar da denmektedir. Avrupa'nın en büyük yüzölçümüne sahip Longozu, Ülkemiz sınırları içersinde; Kırklareli iline bağlı İğneada Longozu'dur. Ağaçların kökleri ile diğer bitkilerin kökleri suyun içindedir. "

Gece saat bir gibi İstanbul'a vardık. Şahane bir seyahat oldu. Bir günün içine bir kaç gün sığdırdık sanki. Türkiye'nin her tarafını böyle telaşsız adım adım gezme isteği var içimde..